ÇAĞDAŞLIK PROJESİ (2)

ÇAĞDAŞLIK PROJESİ (2)

 Aradan neredeyse iki asır geçti…
Ne zaman sular durulsa, ne zaman siyaset kurumunun gerçek manada işlediği görülse, ne zaman köylünün devlete muktedir olmaya başladığı düşünülse mutlaka bu çağdaşçı zihniyet, güç elimizden kayıyor hissiyle harekete geçerek istikrarın önüne bentler örmeye çalışıyor.

Bu düşünceye tarihimizden onlarca net örnek bulmak mümkündür.



Türkiye’nin bugünkü durumunu birazcık nesnel bir açılımla tahlil edebilenler için bu çağdaşçı programın itiş kakıştan, kutup üretmekten başka sonuca yönelik hiçbir bir anlamı olmadığı görülecektir.



Biraz meraklanıp tarihin tozlu sayfalarını karıştıranlar içinde!


 


Nitekim bu programı yürüten bir devletin vatandaşlarının çok büyük bir bölümü bugün hala tarım toplumunu yaşıyor. Sanayileşmeyi, zenginliği sağlayabilecek ortamı ihdas edememiş, adalet kurumunu güven telkin eden bir konuma oturtamamış; vatandaşına, konuşmak için, düşünmek için, icraat için çağın özgürlük anlayışına uygun hareket alanı bırakmamış bir devlet profiliyle yüz yüzeyiz.

Hepimizin bilmesi gereken bir husus var:



“Çağdaşlaşan hiçbir toplum devlet eliyle ya da emriyle çağdaşlaşmamıştır.”

Yukarda da değindiğimiz gibi devletin çağdaşlığı tesis edebilmesi için şekilsel, şematik biçimler veya programlar peşinde koşması yerine gerçekleştirmesi gereken çok daha asli görevleri vardır:



  Adalet mesela, bireylerin güvenliği, özgür bir ortam ve vatandaşına rahat bir hayat idame etme fırsatı verecek olan zenginlik.  



Bunları başaran devletin zaten mekanik olarak gerçekleşecek bir toplumsal dönüşüme tanıklık edeceği muhakkaktır.

Zira pek çok kişiye göre medeniyet kulvarının bugünkü sahipleri kabul edilen İngiltere’nin, Fransa’nın, İtalya’nın, Amerika’nın geçmişlerini iyi analiz etmek gerekir. Bahsi geçen ülkelerin hiçbiri -bizde olduğu gibi- ben vatandaşımı çağdaş yapacağım diyerek yola çıkmamıştır.



Devlet, ancak içinden geçilen tarihin şartlarına uygun rahat bir yaşamın altyapısını hazırlamakla mükelleftir. Medeniyet ya da çağdaşlık da, ancak bu rahat ortam oluştuktan sonra toplumların kendi iç dinamiklerini kültürlerini bu zenginlikle harmanlayarak ihdas ettikleri yeni ürünün adı olabilir.

Coğrafi keşiflerin, merkantilist hareketlerin, sanayi inkılâbının gerçekleştirilmesinde amaç hiçbir zaman çağdaşlaşmak değil; zenginleşmek, daha rahat bir ortam yaratabilmektir. Zenginliğin olmadığı bir ortamda devlet eliyle kendi Rönesanssımızı gerçekleştirmeyi tasarlamak imkânsızın da ötesinde bir temenniden ibarettir.



Bahsi geçen çağdaşçı-siyasi-bürokratik güç maalesef bu gerçeklerin bugünde farkında değil.



Bu program sayesinde Türkiye’de oluşan devlet erkinin kurumlar arası paylaşımı da bu durumu kavramaya ve hayata geçirmeye çok müsait değil



Çünkü Türkiye’de devlet gücünün paylaşımı çağdaş demokrasilerdeki güç dağılımdan önemli oranda farklılık arz ediyor. Bu güç, Batı demokrasilerine kıyasla bizde çok daha geniş kurumlara yayılmıştır.


 


Türkiye’de devlet erki, iktidar partisi, bürokratik elit, asker ve birazda sermaye-basın gurubu arasında bölüşülmüşken, Batı da bu dağılımın daha çok iktidar partisi sermaye ve sivil toplum örgütleri arasında bölüşüldüğü görülmektedir.


 



Batı demokrasilerinde silahlı kuvvetlerde dâhil olmak üzere bürokrasi iktidarın politikalarına hizmet ederken, bizde durum çok daha karmaşık bir hal almıştır.



Devlet erkinin bu şekilde karmaşık kullanımı işte bu çağdaşçı programın bir sonucudur ve iktidar partilerini hiçbir zaman devletin asıl idare gücü konumuna getirememiştir.


 



Dolayısıyla yukarda bahsi geçen, devletin iktidar partisi kanalıyla asli görevlerini yerine getirme çabası da bir türlü sonuca ulaşamamıştır.



…….




 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi