İman neresi, inkâr nereye düşer?
Çağımız; insanın, eşyanın, araçların tanrılaştırıldığı, “Tanrı” fikrinin yok edildiği bir çağ. Bunun bir ürünü olan deizm, ateizm dalgası, ülkemizde de kendini göstermeye başladı.
Çağ’ın tasallutundan kurtulmak ve çağa tasarrufta bulunmak zorundayız. Çağı tanımadan tanımlayamayız; kuşanmadan kuşatamayız.
Bu konularda, ufuk ve zihin açıcı yazılar yazacağım. Bu ilk yazımla fikrî bir tasarruf çabası ortaya koymaya çalışacağım. 10 yıl önce yazdığım bu yazımı ara başlıklar ekleyerek temel oluşturması için sizlerle yeniden paylaşıyorum.
İMAN VE İNKÂR’IN, AKIL, İRADE VE KULLUĞUN FELSEFÎ ANTROPOLOJİSİ
Şaşırtıcı gelebilir ama gerçek şu: İnsan “tür”leri içinde, felsefî duruşları bakımından da, dünyaya karşı takındıkları tavır/lar bakımından da, dünyanın, insanın ve kâinâtın başına gelenler ve şu dünya hayatının geleceği bakımından da, gerek sordukları sorular, gerekse -belki de daha önemlisi de- soru soruyor olmaları açısından birbirine en yakın iki insan “tür”ünden sözetmek gerekecek olursa, bu iki insan türünün iman eden insan’la inkâr eden insan olduğunu söyleyebiliriz.
İnkâr eden insan’la iman eden insanı buluşturan ince, ince olduğu kadar da derince bir nokta var: İnkâr eden insan da, iman eden insan da, Allah’ın iradesine teslim olmaları bakımından “müslim”dir.
“Nasıl yani?”, diye soruyorsunuz, biliyorum… Şöyle: İman eden insan da, inkâr eden insan da iradelerini bilfiil ve bilhâl hayata ve harekete geçirme kaygısına sahip olduklarını gösterdikleri için, “müslim”dirler.
Buradaki kilit kavram, kaygı kavramı; kilit hâl ise, kaygı sahibi olma hâlidir.
Bihakkın mü’min olan insan’ın da, gerçekten münkir olan insan’ın da en temel ortak özelliği, eşyanın isimlerini / hakikatlerini öğrenmelerine aracılık eden akıl ile, eşyanın isimlerini fiile dönüştürerek kuvveden fiile geçirmelerine aracılık eden irade kabiliyetlerini kullanabilecek kıvamda yaşıyor, varoluyor olmalarıdır.
Akıl ve iradesini kullanan, kuvveden fiile, fiilden hâle dönüştüren insan, ister inansın, ister inkâr etsin “kul” olmuştur artık. Allah’ın kulu olma fikrini inkâr eden insan, bu inkârında ne kadar ileri giderse, kul olma’nın iki temel özelliğini, akıl ve irade kabiliyetlerini kullanarak bu inkâr fiilini yerine getirdiği için, “kul” olmanın eşiği diyebileceğimiz ilk mertebeyi o ölçüde ileri derecede veya ölçekte aşmış, ayağını basabileceği ilk noktaya ulaşmış olur.
Allah’a isyan eden insanın bu fiili, “kul” olarak yaratılma gereğinin bir ürünüdür. Çünkü insan, aynı zamanda, isyan edecek niteliklerle donatılmıştır.
Ama inkâr eden insan da, iman eden insan da, iman veya inkâr eylemlerini sonsuza kadar sürdüreceklerine dair bir garantiye sahip değildirler. Nice inkâr eden insan, sonradan iman etmiş veya bu dünyadan mü’min olarak gitmiştir; nice iman eden insansa inkâr etmiş, bu dünyadan münkir olarak gitmiştir. Yani inkârın da, iman’ın da mutlak sûrette garantisi yoktur; bizim münkir ya da mü’min olarak bu dünyadan gideceğimize dair elimizde herhangi bir garantiye, garanti belgesine sahip değiliz.
İyi ki sahip değiliz; o zaman, hayat mânâsını yitirir ve dururdu.
KULLUK, EN YÜCE MAKAM VE ÖZGÜRLEŞMENİN KAYNAĞI
Bu nedenle, “kul” olmak, ister mü’min, isterse münkir olsun, insan için özgürleşmenin hem yegâne kaynağı, hem de tek garantisidir. Türkiye’’de seküler çevrelerin “kul” kavramını “köleleşmek, iradeyi yok etmek” olarak algılamaları, onların ne kadar sığ ve pejoratif bir zihin ve algılama yapısına sahip olduklarının çarpıcı bir göstergesi olarak görülebilir yalnızca.
Kul, ister inansın, ister inkâr etsin Allah’ın kendisine lutfettiği insan olma kabiliyetlerini hatırladığı, unutmadığı, kuvveden fiile, fiilden hâle dönüştürebildiği oranda özgürleşir. Ama bu eylem, Allah’ın iradesine tam teslim olan mümin kişide, Allah’ın dışındaki her tür varlığa, nesneye, fikre teslim olmak biçiminde değil, kul olduğu bilinciyle, onların yaratılış özelliklerine sonuna kadar riayet ederek eşyayı “teslim almak” biçiminde tezahür ederken; Allah’’ın iradesini inkâr ederek aslında bu eylemiyle bile Allah’ın iradesine teslim olan ama bunu inkâr etmeye kalkışan, Allah’ın iradesini kendi iradesiyle inkâr ettiği ölçüde kendi iradesine teslim olan münkir kişide ise eşyaya, nesnelere, arzularına, zihninin ürünlerine şu ya da bu şekilde de olsa (ama kesinkes Allah’ın iradesinin dışındaki -başta kendi iradesi olmak üzere- diğer iradelere veya nesnelere) “teslim olmak” şeklinde tezahür eder.
Tanrıtanımaz psikanalist Lacan’ın, “Tanrı inancını yitiren insan, artık her şeyi tanrılaştırmaya başlayan bir insandır” şeklindeki tespiti, bu açıdan oldukça zihin açıcıdır.
Her şeyin tanrılaştırılabildiği, “Tanrı”nın tanınamaz hâle geldiği bir çağda yaşıyoruz. Tanrıtanımaz tanınmadan, “Tanrı” inancının ne demek olduğu gerçeğini tanımakta zorlanacağımızı idrak bile edebilmiş değiliz. O yüzden, inancı da, inkârı da unutmakla malul çağın insanının, Yaratıcı fikrini ve inancını neden yitirdiği konusunda enine boyuna kafa yormakla mükellefiz.