Manevî (entelektüel, kültürel, ahlâkî) temellerden yoksun maddî atılımlar hüsranla sonuçlanır!
1999 Marmara Depremi, ülkemizin yaşadığı en büyük, en yıkıcı depremlerden biriydi.
Batı medyası da yoğun ilgi göstermişti depreme. Fakat verdiğimiz kayba değil, gösterdiğimiz, Batı toplumlarında olmayan ruha dikkat çekmişti daha çok.
Mesela The New York Times manşete taşıdığı haberinde, “Bu nasıl bir şey ki, devletin bile ulaşamadığı deprem bölgesine, ülkenin en doğusundaki insanlar hızır gibi ulaşabiliyor ve depremin yaralarını hep birlikte sarabiliyor Türk toplumu” diyordu!
Yabancı bir gazete, yaşadığımız bir tabiî felâkette verdiğimiz kaybı değil,bu felâketle muazzam bir şekilde mücadele etmemizi sağlayan ruhu, kazancımızı öne çıkarıyordu.
Bu toplumda, başka toplumlarda olmayan bir şey vardı: Ruh. Bu toplum, ruhunu yitirmemişti.
Hatta küresel ölçekte gerçekleştirdiği mazlumlara yardım kampanyalarıyla bu ruhun nasıl mazlumların umudu olduğunu gösteriyordu. Türkiye, dünyanın ruhudur, diye yazıp duruyordum yeri gelen her yerde ve durumda, bu nedenle.
İstanbul seçimleri yenilendi, Ak Parti yaklaşık % 9 gibi yüksek bir oranla İstanbul’u kaybetti. Seçimlerin yenilenmesi kararı alındığında, gazetedeki arkadaşlarla konuyu konuşurken, “bu karar yanlış, çok yanlış hem de. Ve Ak Parti çok feci kaybedecek!” demiştim. Bazı arkadaşlar bana hak verdiler, bazıları “yapma Hocam!” diye itiraz ettiler.
(Orada bir arkadaşla iddiaya girmiştik. Kazandığıma göre ne yapayım ben, söyleyin bana!)
KAZANA KAZANA KAYBETMEK!
Yenilenen İstanbul seçimlerinde Ak Parti niçin kaybetti sorusunu sorup cevabını vermeyeceğim. Aksine, şunu söyleyeceğim: Ak Parti kazansaydı, kaybedecektik aslında.
Kaybetmeye çoktan başlamıştık. Sadece Ak Parti için söylemiyorum bunu; bu ülkenin çocukları olarak hepimiz için söylüyorum.
Kazana kazana kaybediyoruz, diyorum bir kaç yıldır her yerde...
Bu ülkenin İslâmî kesimleri yerel yönetimlerle birlikte 20 küsur yıldır bu ülkede iktidarlar.
20 küsur yıl iktidar olmak, ülkeyi yönetmek, ülkenin her bakımdan önünü açacak işlere imza atmak anlamına gelebilir. Yoksa bu kadar süre, toplum size iktidar görevi vermez.
Türkiye, daha önce de söylediğim gibi, Tanzimat’la yönünü, Cumhuriyet’le / laikleşme süreciyle yörüngesini yitirdi. Son bir kaç yıldır da ruhunu yitirme tehlikesiyle karşı karşıya.
Eğer bir toplum, ruhunu yitirirse, o toplum toplum olma vasıflarını da yitirir; sadece her kafadan ses gelen toplama yığınlara dönüşür; zamanla bütün dayanak ve tutamak noktalarını, bütün zorluklara göğüs germesini mümkün kılan direniş imkânlarını kaybeder ve bütün bu anlam haritalarındaki yırtılmalardan sonra parçalanmanın ve dağılmanın eşiğine sürüklenir.
Beni İstanbul seçimleri faslında ilgilendiren şey, falan Parti’nin kaybetmesi, filan Parti’nin kazanması değil artık. Beni ilgilendiren şey, bu toplumun son 4-5 yıldır hızla ruhunu yitirmeye başladığı ürpertici gerçeğidir. Dikkat ederseniz sadece bu konuyu yazıyorum burada 4-5 yıldır, esas itibariyle.
Bu toplum, bu toplumun ruhunun yegâne kaynağı İslâm’ı kaybediyor.
Bu toplumun çocukları, genç kuşakları, İslâm’ı terkediyor, ülkeyi terketme planları yapıyor...
Bu toplumun ruhunu oluşturan, tarih yapmasını mümkün kılan İslâmî değerlerini kaybediyor...
Bu toplumun İslâm’ı kaybetmesi, toplumsal olarak çözülmesi, ortak paydalarını yitirmesi, parçalanmanın eşiğine sürüklenmesi ve tarihten silinmesi demektir -Allah muhafaza!
TOPLUM, RUHUNU YİTİRİRSE, BU ÜLKE BİTER!
Toplumun ruhunu yitirdiğini gösteren göstergeler neler peki?
15 Temmuz işgal ve darbe girişimi, bu toplumun ruhunun nasıl patlayabileceğini ve bu toplumun insanlarının ülkeyi işgal edecek aşağılık tiplere karşı nasıl tankların altına yatarak direnebileceğini gösteren tarihî bir hâdiseydi: 15 Temmuz ruhu olarak adlandırdığımız bir ruhun yeşertilmesi, kök salması için çok iyi bir vesileydi ama bu vesile sadece ruhsuz siyasî söylemlere malzeme yapıldı ve kısa sürede bitti, ne yazık ki!
Aslında buradan toplumu seferber edecek, aynı hedefe kilitleyebilecek bir ruh üretilebilirdi. Ama olmadı.
Olmadı; çünkü yaşadığımız hâdise, bu toplumun bitmekte olan ruhunun yeri ve zamanı geldiğinde patlamasıydı; daha fazlası değildi.
Gelmek istediğim nokta şu: Bu toplumun İslâmî kesimleri yaklaşık 20 yıl iktidar oldular. Ülkenin yönünü ve yörüngesini bulması konusunda ne yaptılar?
Yaşadığımız hâdise tamtamına şudur: Türkiye, Menderes’le ve Özal’la yönünü buldu ama yörüngesini yitirdi.
Ak Parti’yle birlikte yörüngesini buldu ama kıblesini yitirdi.
Bunun en somut örneği başörtüsü mücadelesi: Başörtüsü mücadelesini kazandık ama tesettürü kaybettik.
MANEVÎ TEMELİ OLMAYAN MADDÎ BÜYÜME FELAKETE SÜRÜKLER!
Vakî olanda hayır vardır, diyelim ve çıkış yolları önerecek ciddî muhasebeler yapalım. Her zaman söylediğim gibi: Teklifsiz tenkit tahriple sonuçlanır.
Ak Parti, ülkenin ekonomisini büyüttü; stratejik hedeflerini büyüttü; ülkenin ufkunu medeniyet coğrafyasına kadar taşıdı.
Türkiye, sonuçta, maddî olarak büyüdü ama manevî olarak (yani entelektüel ve kültürel olarak, eğitim, medya ve şehircilik alanlarında) aynı şey gerçekleşti mi, peki?
Ne yazık ki, hayır!
Bir toplum, maddî olarak ne kadar büyürse büyüsün, manevî (entelektüel, kültürel, ahlâkî) olarak köklü hamleler yapmıyorsa, sonunda çözülmesi, çürümesi ve çökmesi mukadderdir.
Manevî temellerden yoksun bütün maddî atılımlar hüsranla sonuçlanır. Orada siyaseten değil ruhen kaybedilir. Türkiye’nin İslâmî kesimlerinin bu ülkeye vermeleri gereken en önemli şey manevî (entelektüel, kültürel ve ahlâkî) atılım olmalı oysa!
Üzerinde kafa yormamız gereken soru, siyaseten neden kaybettik sorusu değildir; siyaseten kazanmakla manevî olarak kaybetmekte olduğumuz hakikatini niçin göremediğimiz yakıcı gerçeğidir.
Bu mesele sadece ülkemizin değil bölgemizin ve insanlığın geleceğiyle ilgili köklü felsefî bir mesele. O yüzden nefesim yettiği kadar kafa patlatacağım inşallah.