Öncü kuşakları olmayan bir toplum yok olmaya mahkûmdur!
Bütün medeniyetler sıradağlar gibi dizilen, esen sert rüzgârların önünde savrulmayan, bütün mevsimlere dayanıklı, bütün kültürlerden beslenmesini bilen yürek ülkesinin çocukları öncü kuşakların omuzlarında yükselir.
Burada elitizm filan yapmıyorum. Alakası yok!
İlk defa fiilen değil ama zihnen işgal edilen, celladına âşık edilen yabancılaşmış aydınlarının marifetleriyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya Türkiye!
Bu yok oluşu, yürekleri yangın yerine dönen, dünyayı ve İslâm’ı iyi bilen parlak öncü kuşaklarla durdurabiliriz ancak.
TARİHİ ÖNCÜ KUŞAKLAR YAPAR…
Ülkesine, insanına, dünyasına aidiyet bilinci yüksek medeniyet savaşçısıdır öncü kuşaklar.
Öncü kuşakların öncüleri peygamberlerdir. Öncü kuşaklar da, peygamberlerden süt emen ermişler, bilge kişiler, düşünürler ve sanatkârlar.
Öncü kuşakların en temel özellikleri, büyük rüyaların sahipleri olmalarıdır. Büyük iddiaların. İnsanlık çapında büyük hayallerin. Tahayyül ettikleri dünyada bütün insanlığa yer vardır, bütün farklılıklar farklılıklarını gösterirler ve herkes birbirinin bu farklılıklarından beslenir.
Hem üreticidir hem de besleyicidir öncü kuşaklar.
Hem kurucu hem de koruyucu, en çok da konumlandırıcı.
Konumlandığı yeri yitirenler, konularını da, ne ve nasıl konuşmaları gerektiğini de bilemezler.
Önemli olan konumun, mevzinin yitirilmemesidir: Mevzisini yitirenler, mevzularını da yitirirler ve bize insanca yaşanacak bir dünya armağan edemezler; önümüzü açacak uzun soluklu, kalıcı, kanatlandırıcı, çığır açıcı sözler söyleyemezler; diriltici hiçbir şey vaz’edemezler!
O yüzden öncü kuşaklar, medeniyetleri hem kuran, hem konumlandıran hem de koruyan kişilerdir. Bunlar Batı’da aydın ve akademisyenlerdir; bizde ise bilme yolculuğuna çıkan âlim›ler, bulma yolculuğu yapan ârif›ler ve olma yolculuğu yapan hakîm’ler.
Medeniyetler, ön alan, ön açan, çağlarının ötesinde yaşayan, çağrısı çağını kuran kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu öncü kuşaklarının kanatlarında yükselir.
Öncü kuşakları olmayan medeniyetler tarihten çekilir…
AYDINLARIMIZIN PARİS’TE KAYBOLUŞ MACERALARI…
Sıkı bir Kemalistti Attila İlhan. Dürüst bir adamdı. Adamdı. Bu ülkenin çocuğuydu.
Batı’da, Paris’in kafelerinde çok “sürtmüştü” kendi diyebileceği gibi.
Sosyalizan bir dünya kurma hayalleriyle çok nefes tüketmişti Paris’te sürgün yiyen ya da kendisini gönüllü olarak Paris’e sürgün eden Türk aydınları ve sanatçılarıyla birlikte...
Fransız aydınlarla pek ilişkisinden sözettiğini hatırlamıyorum Attila İlhan’ın yazdıklarından. Özellikle Hangi Edebiyat başlıklı kitabında Rus sosyalist gerçekçiliğine kendini kaptırdığını, Türk edebiyat ürünlerinin sosyalist gerçeçikliğe ne kadar uyduğunu uzun uzadıya tartıştığını, tonla tanımadığımız, bilmediğimiz, hiç de kolayca telaffuz edemediğimiz Rus yazarı, teorisyeni, aktivisti işin içine katarak Paris’in kafelerinde Türkiye sürgünleriyle sabahlara kadar tartıştıklarını hatırlıyorum. Yazdıkları çok sinematoğrafikti, dramatikti anlatımı da. Canlıydı. Kavgacı bir adamdı; mütecessis bir kavgacı! Araştırıyordu… Hakikati araştırıyordu… Cumhuriyet döneminin sol entelijansiyası gibi Moskova düşleri görüyordu Paris’te bile!
Fransa’da komünizm özellikle aydınlar arasında çok güçlüydü, modaydı. Fransız düşünürleri komünistti Sartre’dan Malraux’ya kadar. Malraux, daha sonra sosyalizmi terkedecek, Fransız muhafazakâr Hıristiyan Avrupa kültüründeki köklerine geri dönecekti.
EVE DÖNENLER DE VAR TEK TÜK DE OLSA…
Türk aydınının Paris maceraları anlat anlat bitmez!
1960‘lara kadar sürdü Türk aydınının Paris aşkı! Tam bir asır Paris’te “sürttü” Türk aydını: Paris’te ışık aradı! Her biri Batı’nın kültürel misyoneri, “manevî ajanı” olup çıktı. Paris’ten eve dönen Türk aydını çok nâdirdi: Yahya Kemal, bunun istisnâî örneklerinden biriydi. Paris’te Fransız milliyetçisi Sorel’in derslerine katılmış, orada kafasını duvardan duvara vurmuş, kendine gelmişti.
Eve döndüğünde Osmanlı ruhunun izini sürmüş, Aziz İstanbul’u keşfetmiş, Boğaziçi medeniyeti olarak özgün bir şekilde adlandırdığı Osmanlı medeniyetinin güzelliklerini, estetiğini, tabiatla barışık, başka dinlerle ve kültürlerle iç içe sorunsuzca yaşayan, adeta yeryüzünde farklılıklara bu kadar gönülden kucak açan tek medeniyet olarak gördüğü Osmanlı medeniyetinin ulvîliklerini keşfetmişti Paris’ten eve döndüğünde.
Talebesi, izini süren entelektüel mirasçısı Tanpınar, Yahya Kemal’in İstanbul’un bütün sokaklarını, tarihî binalarını, yalılarını, köşklerini çok ayrıntılı hikâyelerle saatlerce anlatan müstesna bir Osmanlı çocuğu olduğunu çarpıcı bir şekilde anlatır Yahya Kemal başlıklı üstadının düşünce ve sanat dünyasını incelediği nefis çalışmasında.
“BATI’NIN MANEVÎ AJANLIĞI”NI REDDETTİKLERİ İÇİN AFOROZ EDİLEN SOL AYDINLAR…
“Türk aydını, Batı’nın manevî ajanıdır,” demişti Attila İlhan.
Türkiye’deki sol aydınlar arasında nev-i şahsına münhasır bir adamdı İlhan. Başlıbaşına bir ada gibiydi. Kendi hâlindeydi. Aforoz edilmişti. Ama o hiç aldırış etmeden mücadelesine devam etmişti.
Hikmet Kıvılcımlı bu toprakların çocuğu bir sosyalistti. Eyüp’te ezan okunurken miting sırasında ezanın bitmesini beklemiş ve “bu ezanlar bizim bağımsızlığımızın simgesidir” diyebilecek kadar bu ülkenin çocuğuydu ama aforoz edilmişti o da henüz bir kıvılcım çaktıramadan!
Kemal Tahir de aynı şekilde. Osmanlı’nın çocuğu olduğunu iliklerine kadar hisseden ve Devlet Ana ile Osmanlı’nın romanını yazan, ömrü hapishanelerde çürüyerek geçen çilekeş çocuğuydu bu ülkenin. O da aforozu yedi ve defterden silindi bu ülkede artık.
Dikkat buyurulsun lütfen.
Ülkenin has evlatlarını temizliyorlar birer birer, hayatımızdan uzaklaştırarak, önümüze Batı›nın manevî ajanı Batı›da yaşayan, İngilizce yazan, sonra burada Türkçe basan sahte yazarlar, isimler sürerek…
Hâsılı kelâm: Tarihi inanmış ve adanmış öncü kuşaklarla yapar bir toplum. Öncü kuşakları olmayan toplumlar, yok olmaktan kurtulamazlar!
Türkiye, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya… Uzun soluklu çalışmalar yapmak zorundayız. Yoksa çocuklarımız elimizden kayıp gidiyor…
Çocuklarımızı yitirirsek bu ülkeyi de yitirmekten kurtulamayız Allah muhafaza.
Benden uyarması!
Vesselâm.