Sana Geldim Mevlana...
Aralık ayı gelince, Mevlana’yı hatırlamamak mümkün mü?
Söz konusu Mevlana olunca, nereden başlasam diye tereddüt geçirmişimdir her zaman… Her sözü bir derya, her anı bir dünya…
Nasıl anlatılsın ki…
Kusura bakmayın sayın okuyucularım, konuya balıklama girmekten başka çarem yok!
İnsan aynaya; aynayı değil, kendini görmek için bakar. Fakat aynanın parlak cazibesinden kurtulup da gerisindeki hakikate nüfuz edebilenler çok azdır.
İşte bu nadir bakışlardan birine sahip olan Mevlana, aynaya kendisini değil, aynada tecelli eden hakikati görmek için baktı …
Bu bakış ona, bir anda her şeyi ayna hükmüne geçirdi. Çünkü her şeyin içinde sakladığı bir tılsım, bir sır, bir mana, anlaşılması gereken ve yaratılışının gayesini teşkil eden bir hakikat vardır.
“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyerek kendisini, kendi gördüğü şekliyle herkese anlatmak için, nefsini muhatap alarak, tevazuun zirvesini gösterdi ve yaşadı…
Devrin meşhur alimlerinden Sadreddin Konevi, derslerini dinleyen Mevlana’nın bu tevazuu ve yüksek şahsiyeti karşısında ona “Efendimiz” manasına gelen “Mevlana” diye hitap etti. O günden sonra Celaleddin Muhammed, “Mevlana” adıyla anılmaya başlandı.
Dünyanın merkezi de, başlangıcı da ATEŞ’tir. Güneşten koptuktan sonra dünya; yanmış, soğumuş, kurumuş ve İlahi takdir gereği, o ateşten çeşit çeşit madde ve güzellikler meydana gelmiş. İnsan, ancak ondan sonra yeryüzüne ayak basabilmiştir.
Maddenin kaynağı ateş olduğu gibi, ruhun menbaıda ateştir. Yani AŞK ATEŞİ…
Ruh’un, NURANİ vasfını koruyabilmesi, ancak yanmaya devam etmesi ile mümkündür. Dünyanın, içinde mağma denen ateş yığınını taşıdığı gibi, ruh da merkezinde ilahi aşk ateşini taşır.
Aslında aşk, yalnız insana has bir hal değildir. Tabiattaki her varlıkta, her zerrede aşk ve cazibe vardır.
Bülbülün gülün etrafındaki dönüşü, atom zerresindeki elektron ve protonların merkezinin etrafında dönüşleri, gezegenlerin güneş etrafında, galaksilerin yine bir merkez etrafında dönmeleri, velhasıl daha sayamadığımız bütün dönüşleri; “Eşrefi mahlukat” olan insanın, Kabe’nin etrafında dönmesiyle, bütün o aşkların toplamını özet bir şekilde Allah’a sunması ile taçlandırması, bizlere Mevlana’nın semazenlerinin SEMA’ını hatırlatmıyor mu?Şayet hatırlatmıyorsa, filmi geri sarıp tekrar izlemeliyiz diye düşünüyorum.
Bu itibarla, insandaki aşk duygusu ve sevme hissi, yalnız dünya için değil, dünyadaki güzellikleri tadıp, kaynağını arayarak Allah’a varmayı kolaylaştırmak için verilmiştir. Bu sayededir ki, tencere ile kapak birbirini bulur. KALP ve ALLAH birbirinde sakinleşirler.
Kalbi doyuran başkada bir sevgili yok zaten… SU ile uyuşan TOPRAK, daima yeşil kalır…
Mevlana’ya: “Aşk nedir” diye sormuşlar, “Ben olda gör” demiş…
Mevlana, ölümü bir ayrılık değil, kavuşma olarak kabul ettiğinden, ölüm anına düğün günü, sevinç zamanı, sevgiliye kavuşma anı anlamına gelen “ŞEB-İ ARUS” demiştir.
Meselenin iki ucunu birleştirmek ve ŞEB-İ ARUS’u taçlandırmak için, zamanımızın Mevlana’sı olan BEDİÜZZAMAN Hazretleri’nin şu sözlerini hatırlayalım:
Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Dünyanın bin sene mes’udanı hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat Rü’yet-i Cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun… Ve ziyafetgah-ı Ebedisi olan Cennet’e çağırılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.”
Bu sözlerden sonra ŞEB-İ ARUS zihnimizde biraz olsun netleşmiştir sanırım…
Doğrusu büyük insanların sözleri de büyük oluyor. O derya misali sözlerden azami bir şekilde istifade edebilmeyi Cenab-ı Hak hepimize nasip etsin…