YAZI DİZİSİ (ÖNCE KENDİMİZE BAKALIM!)
YAZI DİZİSİ (ÖNCE KENDİMİZE BAKALIM!) (Önceki Yazının Devamı)
Kore Devlet Başkanı’nın ölümü ve ardından düzenlenen cenaze törenleri dünyanın tuhafına gitmiş ve Türkiye’de de bu rüzgâra kapılıp “alay konusu” olmuştu...
Eminim bundan 50–60 sene önce olsaydı bakış açımız böyle olmayacaktı. O dönemin şartlarında bakış açıları çok daha otoriter olurdu. Demokratik düşünce henüz toplumsallaşamamış, halka nüfuz edememiş, halk da zaten buna hazır değildi. “Statükoya direnen” bir zümre her zaman olacaktır. Ama bu “statükoculuk” devlet eliyle olursa çok daha farklı sonuçlar doğurur. Halkı sürükleyen devlettir. Devlet, halkına lokomotiftir…
Aynı problemle günümüzde de karşı karşıyayız. Mesela; günümüz Türkiye’sinde “lider sultası var” diye kıyametleri koparıyoruz. Bir “sultanlık” varsa, bize “Atatürk’ten miras kaldı” dersek, anında bizi “Atatürk düşmanı” ilan edecek “fikir ve tarih yoksunları” çıkacaktır. Ama biraz araştırıp üzerinde tefekkür etse, Atatürk’ün yönetimin her alanında “otoriter bir lider” olduğunu görecektir. Zaman zaman kendisinden “af ve merhamet dilendirecek kadar otoriter” bir liderden bahsediyorum…
Tutup “Mustafa Kemal döneminin otoriter anlayışını günümüze taşıyalım” dense ve uygulamaya konsa; ilk karşı çıkan yine onlar olacaktır. Ama eleştirdiğin zaman “benim kutsalıma dokunma” diye “zırh “giydireceksin! Böyle bir şey var mı? İşte bizim üzerinde durduğumuz problem bu!
Bu toprakların tek ortak paydası var; aynı kaderi paylaştığımız “tarih”tir. Siz bana “tarihini özeleştiriye tabi tutma hakkını” ne verebilir nede alabilirsiniz. Bu doğuştan gelen bir haktır. İnsan olmanın gereğidir. Ben tarihimi “bilme ve yorumlama” ihtiyacı duyarım. Ancak “formatlanmış bir beyin” bundan uzak durur.
Kore’ye baktığımızda “çağın gerisinde algısı” oluşması normaldir. “Bilgi toplumu” olmaktan bahsediyoruz, “bilişim çağı” diyoruz, “bilginin paylaşımı” diyoruz, diyoruz da diyoruz! Soruyorum; bunca gelişmelere rağmen “bizim Kore halkından ne farkımız var” Allah aşkına! Elbette bizi ayrıştıran çok önemli farklar vardır. çok mesafe katletmişizdir. Ancak bazı yönlerimizle kendimizi aynada göremiyoruz. Mesela “10 Kasım” törenlerine bir göz atalım ve kendimizi aynada görelim.
Atatürk heykeli karşısında tüm resmi ve sivil erkân nizami bir şekilde dizilmiştir. Hava yağışlı dahi olsa şemsiyeler kapalıdır. Tıpkı Kore halkına “baş kapatma yasağı” uygulamasında olduğu gibi...
Bir saygı alameti olarak başlar eğik bir vaziyette heykelin önünde hazır kıta dururuz. Konuşmalarsa rutin olmaktan öteye anlam ifade etmemektedir…
Benim çocukluk yıllarımda o gün “gülmek” bile yasaktı ve ağlamaklı olmak zorunluluğu vardı. Zira onun aziz hatırasına “saygısızlık” olurdu…
10 Kasım anma gününde kaçımız “Atatürk’ün artısı ve eksisiyle tartışıldığı” akademik bir toplantıya şahit olduk?
Bir “Mustafa Belgeseli” oldu, hepimiz “buz vurmuşa” döndük. “O da bir insandı” kanısı ancak oluşmuştu. “Jeton” meselesi, bazen köşeli bazen de yuvarlak olabiliyor…
Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir anma töreni yok. Anıtkabirde Kuran okunduğunu hiç duymadık. Herkes kendi dini ritüelleriyle ölülerini yâd ederler. Mum yakarlar, haç işareti ile istavroz çıkartırlar vs. İslam inancına göre de el avuç açılır, Fatihalar okunur, öyle değil mi?
Bu sıralar cenazelerde “alkış tutmak” gibi bir “cahiliye âdeti” peydahlandı. Biliyorsunuz Hz. Peygamber öncesi döneme “Cahiliye Dönemi” denmektedir. Cahiliye Arapları, gündüz erkekler gece de kadınlar olmak üzere çırılçıplak bir vaziyette “ıslık ve alkışla” Kâbe’yi tavaf ederlerdi. Bu topraklarda “Pagan kültürünü Fatihalara alternatif olarak yerleştirme gayretleri” var!
Amma bilerek, amma bilmeden!
Öyle ya, manevi boşluğu birileri dolduracaktır…
“SAĞCILIK-SOLCULUK-KEMALİZM…” KISIRDÖNGÜDÜR!
Bütün bunları konuşmadıkça yeni bir dil geliştiremeyiz! Bu bilim dilidir, edebiyat dilidir…
Zamanın diliyle konuşmak, ona göre hareket etmek çok önemli! Kendimizi yenilemek, toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek ve toplum olarak kendimizi gerçekleştirmek!
Artık “Sağcılık-Solculuk-İslamcılık-Kemalizm-Amerikancı-Avrasyacı” kısırdöngüleriyle yeni bir “kimlik inşası” mümkün gözükmemektedir. Hem devlet hem de halk açısından, hem içte hem de dışta sadece Türkiye’nin kendi menfaatlerini gözeten “milli” bir istikamet belirlenmektedir.
Özgüveni gelişmiş, değerlerine sahip çıkan bir Türkiye halkı ümit ediyorum. Tabii Bu söylediğimiz “15–20” sene sonra daha net anlaşılacaktır…
Not: Yazının devamı 2 gün sonra!