Düşmanlarımız nerede, biz orada! Böyle bir ülke görülmedi dünyada!
Önce bütün bildiklerimizi unutturacak, ezberlerimizi bozacak, hepimizi ters köşe yapacak bir aforizmayla giriş yapayım yazıya.
GAYRIMÜSLİMLERİN SÜRÜLMESİ BİZE YÜZ YIL KAYBETTİRDİ!
Şu: Türkiye’den gayrimüslimlerin sürülmesi, bizim en az yüzyılımıza mal oldu, bize en az yüz yıl kaybettirdi.
Şöyle açıklamaya çalışayım...
Biz, farklı dinlerle, kültürlerle birlikte yaşama ama farklılıklarımızı koruyarak var olma tecrübesi üretemeyen bir toplum değiliz ki!
Dünya tarihinin en sofistike insan, toplum, adalet, hukuk ve fazilet tasavvuruna sahip medeniyet tecrübelerinden biri, Mekke’den ve Medine’den süt emen Osmanlı medeniyet tecrübesiydi.
Osmanlı farklılıklarla birlikte yaşama, farklılıklarını koruyarak var olma tecrübesinin medeniyet bazındaki en çarpıcı zirvesiydi insanlık tarihinde.
Biz, Osmanlı medeniyetinin çocukları olarak farklılıklarla, farklı ırklarla, farklı dinlerle, kültürlerle bir arada yaşamanın en mükemmel örneklerinden birini ortaya koymuş bir medeniyet tecrübesi geliştirmemize rağmen neden bu ülkeden gayrimüslümleri uzaklaştırmaya kalkıştık peki?
Çok kritik bir soru bu!
Bugün yaşadığımız ve bizi yok oluşun eşiğine sürükleyen çıkmaz sokağa nasıl sürüklendiğimizin cevabını bu soruda bulabiliriz.
AİDİYET, FARKLILIK VE FARKINDALIK BİLİNCİ
Kimliği inşa eden benzerliklerdir; koruyan şeyse, fark’tır, farklılıktır. Kişi farklı olan karşısında kendi farkını fark edebilir.
İkincisi, kişi farklı olanı fark etme melekelerini koruyabildiği ölçüde fark olabilir.
Üçüncüsü, kişi, kendi aynı’lığının ayna’lığını karşısındakinin farkını farkettiği zaman görebilir. Farkındalık, kendi ile farklı veya öteki arasındaki diyalektik ilişkinin eseridir. Farkı farkedemeyecek kadar farklılığın yok edildiği bir ortamda insan her şeyin esiridir, her şeyin! Kendi yoktur; bir kendi olmadığı için de farkı fark etmenin başlangıç noktasını oluşturacak bir ben-idraki (aidiyet bilinci)’nden yoksundur; farkı ayırt etme, farkın değerini teslim etme, kendi farkını fark etme, inşa etme imkânları da yok olur.
Aidiyet bilinçlerini yitirenler kendilerini yitirirler. Farklılık bilinci geliştiremeyenler ise kendilerini, kendi kimliklerini ve farklılıklarını inşa edemezler.
Bu teorik okumaları bizim ülkemize uyarladığımızda ürpertici bir manzara çıkıyor karşımıza... Farklılıklar yok edildiği için, insanların aidiyet bilinçleri oluşmuyor, kök salmıyor; burada büyük bir boşluk oluştuğu için de dışarıdan gelen her şey, her kültür, her akım, en marjinal oluşumlar bile bir anda en merkeze yerleşebiliyor ve anında popülerleşebiliyor!
Aidiyet bilinci ile farklılık bilinci arasındaki diyalektik ilişki farkındalık bilinci inşa ediyordu. Bizde aidiyet bilincimizi geliştirecek ortak kültürel değerlerimiz yerle bir edildiği ve farklı dinlere, kültürlere mensup insanlar da bu ülkeden gönderildiği için esen rüzgârların, fırtınaların önünde çer çöp gibi sürüklenmekten ve yok olmaktan kurtulamıyoruz,
Özellikle de kimlikleri henüz oluşan genç kuşaklar, aidiyet bilincinin yok edildiği, farklılık bilincinin inşa edilmediği bir ortamda içerde ve dışarda üretilen her tür yapay saldırıya ve istilaya açık hâle geliyor.
Daha da vahimi, böyle bir ülke, öteki’si olmadığı için kendi insanını öteki olarak konumlandırıyor.
Eğer bu ülkeden gayrimüslimler sürülmemiş olsaydı, seküler Batı kültürünü onlar temsil edecekti ve bu ülkenin çocukları da Batılılara, Batı kültürüne özenmeye kalkıştığında, “gâvurlaşma be adam!” diyebilecektik ve bu ülkede hiçbir ithal, Batılılaştırıcı devrim, aslâ kök salamayacak, ânında reddedilecekti.
Ama karşımızda sosyolojik olarak iki taraf için de anlamlı ve sıhhatli bir “gerçek öteki” olmadığı için, bu ülkede “sahte ötekiler” icat edildi ve böylelikle “irtica”, “komünist”, “bölücü” gibi adlandırmalarla ülke yapay düşmanlıklar üzerinden geliştirilen düşmanını içeriden üreten laik-dindar geriliminin zaman zaman harlandığı, kışkırtıldığı sosyolojik / siyasî / kültürel çatışmaların eşiğine sürüklenebildi.
DÜŞMAN FİKRİ’Nİ YİTİREN BİR TOPLUM, SAVAŞI KAZANSA DA KAYBEDER!
Oysa “düşman fikri”ne ihtiyacı var Türkiye’nin; içerde icat edilen sahte düşmana değil, tarih boyunca bizi kendine düşman belleyen gerçek düşman fikrinin işlenmesine ve geliştirilmesine.
Düşmanını bilemeyen bir millet, millet olamaz, ayakta duramaz.
Gerçek düşmanımız, Batı bizim. Tarih boyunca hep böyle oldu bu.
Böyle söylemekle Batı’yla ilişkileri kesip atalım, diyeceğimi düşünmüyorsunuzdur, umarım.
Elebbette ki Batı’nın çok yönlü, enlemesine ve boylamasına (dışarıdan ve içeriden) kuşatması karşısında yok olmamak için dolaylı, zekice direniş ve varoluş biçimleri geliştirmemiz gerekiyor.
“Bizim düşmanımız, Batı” algısının üretilmesi lazım. Fransızlar gibi, Hollandalılar gibi kaba, barbar yöntemlerle yapamayız elbette.
Düşman fikri, içeriyi diri tutar; kenetler, birbirine bağlar.
Düşman fikri, zaman zaman içerideki sorunların örtülmesine de yol açar; ki, böyle bir şeyi ben savunamam, elbette!
Ama düşman fikrini yitiren bir toplum, “savaşı” kazansa da kaybeder.
Kaldı ki, Batılıların yaptığı gibi hayalî düşmanlar icat etmekten sözetmiyorum. Yeteri kadar düşmanlık yapan bir Batı var bize karşı. Öylesine bilinçli ve büyük bir İslâm düşmanlığı ve Türk düşmanlığı icat ettiler ki, Batı ülkelerinde kamuoyu Türkiye’nin vurulmasına alıştırılıyor psikolojik olarak. Gelinen noktada, Batılı ülkelerin kamuoylarında Türkiye aleyhinde oluşturulan hava, Türkiye işgal edilse, Batılıların bayram yapmalarına yol açacak kadar Türkiye düşmanlığı üzerine bina edilen bir hava.
Onlar gibi olalım demiyorum ama biz gerçek düşmanımızı biliyor muyuz hakikaten?