Ecevit'i de Tasfiye Eden Güç Aynı!
Devlet içinde her türlü yapının temsilcileri olabilir. Bu yapı içinde siyasi partilerin, cemaatlerin, dinlerin, mezheplerin veya çeşitli ekollerin olması doğaldır. Devlet bu sosyolojik gerçeklik üzerine şekillenir.
Bu manada “Türkiye Cumhuriyeti Devleti Sünni bir devlet değildir” diye kim iddia edebilir!
Devlet bu sosyolojik gerçekliği yönetim erkiyle benimsediğinde işin rengi değişir. Mesela;
İran ve Suudi Arabistan gibi “mezhep” temelli bir devlet…
İsrail gibi “ırk ve din” temelli bir yönetim…
Veya dünyada birçok örneği olan “ideolojik devlet” modelleri…
Biz Türkiye özelinde konuşalım;
Türkiye Cumhuriyeti Devleti herhangi bir din, mezhep veya ideolojik temelli bir yapıyla temayüz etmemiştir. Daha doğrusu devletin omurgasını oluşturan yönetim şekli net çizgilerle tanımlanmamıştır. En azından vakıa bu…
Türkiye’de bir yandan “laik-seküler devlet” iddiasında olan bir yönetim, öbür tarafta Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumsallaşma söz konusu…
Devleti yönetmeye talip siyasi partiler ise genel anlamda “Sol” ideolojik düşünce sahipleri veya “Sağ” muhafazakâr düşünce sahipleri…
Her biri diğeriyle rekabet halinde…
Bir kesim devlet içinde “dominant” hale getirilirken diğer kesim “mağdur” edilmektedir. Neticede milletin enerjisi tüketilmekte ve kaybeden daima millet olmaktadır.
Belli aralıklarla darbeler ve muhtıraların olması bu tezimizi güçlendirmektedir. Zaman zaman kazanan Türkiye olmaması için “çatışma” zemini oluşturulmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti çeşitli yöntemlerle, yöneten ve yönetilenler arasında daima gidip gelen, yer değiştiren bir yapıyla sınanmaktadır. Küresel emperyalizmin Türkiye taşeronluğu yapan “postallı ve sivil işbirlikçiler” olmadan bu operasyonları yürütemezsiniz. Yeri geldi mi her kesimi kullanırlar. Parti, asker, hukuk, cemaat, ekol, mezhep, din, ideoloji…
Rahmetli Turgut Özal bu kutuplaşmayı kendi içinde eritmek adına “dört eğilim” formülünü ortaya koymuştur. Bunda da oldukça başarılı olmuştur.
AK Parti’de “Özal sonrası oluşan boşluğu doldurmak” adına, mevcudu birkaç adım da öteye taşıyarak çeşitli “açılım”politikalarını harekete geçirmiştir. Neticede bütün bu oluşumlar Türkiye’de darbe sonrası ortaya çıkmaktadır. Özal’ın 12 Eylül’den doğma, AK Parti’nin de 28 Şubat’tan olama bir parti olması gibi…
AK Parti daha önce demokrasiye dönük operasyonlarla tecrübe edilmiş süreci yaşamamak adına yönetimdeki “edilgen”yapı içinde “kamuflaj” siyaset tarzını da benimsemek zorunda kalmıştır. Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) bu çekinceden dolayı istemeden kabullenilmiş bir durumdu. Fakat AK Parti’de halkın talepleri o kadar baskın hale geldi ki, bu “edilgen”yapıdan kurtulup “etken bir siyaset” anlayışını öne sürmeliydi. Her fırsatta söylüyoruz; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu manada “one minute” çıkışı bir kırılma noktasıdır…
Şimdi geçmiş tecrübeler üzerinde bir süreç yaşanmaktadır. Devlet, bu süreci bir parti meselesi olmaktan ziyade devletin bekasına dönük bir sahiplenme ile iradesini ortaya koymaktadır.
Devletin inkişafını önlemek için yapılan operasyonlarda araçlar değişse de nitelik değişmemektedir. 17 Aralık operasyonu bu manada “hukuk yoluyla bir darbe teşebbüsü” niteliğindedir. Aynı şeyi Mısır’da denediler. Tayyip Erdoğan’ın Mısır’ı mütemadiyen sahiplenmesi de bu sebepledir. Her mitingde “Rabia” işareti ile halka sesleniyor…
Başbakan’ın 17 Aralık sürecini bir cemaate fatura ediyormuş gibi gözüküyor olması bizi yanıltmasın. Aslında bu taktiksel davranışı “büyük patronlara dönük” bir mesajdır.
Cemaatin devlete karşı bu denli cesaretli olması da bu patronlar adına konuşuyor olmalarındandır. “Seni iktidarda ben tutuyorum” diyor ama iktidardan da düşürmeye gücü yetmiyor.
Türkiye Devleti daha önce CIA ve MOSAD’la eşgüdümlü çalışıyordu. Devlet bir şeye karar verdi. Daha doğrusu“güdülmekten” vazgeçti. Osmanlı sonrası Sultan Abdülhamit’ten sonra ilk kez devlet, istihbaratını “dışarıdan bağımsız ama dışa dönük” milli çizgiye oturtuyordu. Dışişlerinde de Osmanlıdan tevarüs eden, adeta saltanat gibi babadan oğla geçen “monşerler” dönemine dur denildi, bu yapı kırılmaya başladı. “Dışişlerinden içişlerine müdahale dönemi”kesintiye uğramıştı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı bu yüzden istemiyorlar. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu hakeza…
Bütün bunlar olurken bütün dünyada Türkiye’nin itibarı halklar ve hükümetler nezdinde düne oranla kıyaslanmayacak derecede artı…
Ama “Milli Devlet” olma yolunda atılan adımlardan “büyük patronlar” rahatsız oldu ve Türkiye’nin iç dinamiklerine dönük operasyona yeltendiler. Bu operasyonda her kesimden guruplar kullanıldı. Mesela Gezi olayları…
Evet;
Cemaat öyle bir yapıya getirildi ki, bu patronların isteği dışında hareket etme imkânı kalmamıştır. AK Parti “ben devlet yönetiminde çizgimi edilgen bir yapıdan kurtarmaya niyetliyim, her ne kadar daha önce bu güç odaklarıyla beraber hareket ettiysem de biz devlet olarak bundan vazgeçtik, sen devletin çizgisinde hareket et” dese de Cemaat için gelinen bu noktada “kendi çizgilerine dönmesi” mümkün değildir. Durum böyle olunca “daha önce devlet adına görev icra eden hümanist Fethullah Gülen Hocaefendi” bambaşka biri oluverdi. Birileri kendisini deşifre etmeden baskın hale gelmeliydi ve bastı bedduayı. Ama tutmadı. Artık geri dönüşü olmayan bir yola girmişti. O günlerde ABD Federal Soruşturma Bürosu FBI tarafından cemaat okulları baskına uğradı. Bu cemaate bir mesaj mıydı?
“Cemaat, AK Parti’yi destekledi” deniliyor. Doğrudur. Dün Rahmetli Bülent Ecevit’e de aynı desteği verdiler. Ama hiçbir dönem Erbakan Hoca’ya destek vermemeleri, bırakın destek vermeyi, köstek olmaları, sizce bu işlerin “talimatla”yürüdüğünün kanıtı değil mi?
Milli duruş sergileyenleri, Erbakan’ı istemeyenler, küresel emperyalizm ve onun işbirlikçilerinden başkası değildir. Rahmetli Ecevit “Irak ve Kıbrıs meselesinde taviz vermediği için” bu "paralelciler" tarafından tasfiye edilmiştir.
Merve Kavakçı olayını hatırlayalım!
TBMM’de Ecevit‘in eline tutuşturdukları küçük kâğıt parçasıyla adeta bu “korsan devlet” yapılanmasının sözcülüğünü yaptırdılar. Ecevit, başörtüsüyle meclise giren Merve Kavakçı’ya; “Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Bu hanıma haddini bildiriniz.” Sözlerini sahiplenen cemaat değil mi?
Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce yıllar sonra (Ekim 2012) TBMM Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nda itiraf etti. “Başbakan Bülent Ecevit, Merve Kavakçı’ya o çıkışı olmasaydı belki darbe olacaktı”sözleri şimdi daha da anlam kazanmıyor mu?
Hani derler ya “şecaat arz ederken Mısırlı merdi Kıpti sirkatin söyler” diye. Yahu bu sözlerin “Menderes idam edilmeseydi ülke kaosa sürüklenecekti” demekten ne farkı var?
O dönemde zulme karşı dik durmak yerine Erbakan hocayı uyarmayı tercih ediyorlardı!
Kim adına?
Büyük patronları adına…
Ha bu arada bir şeyi de hatırlatmakta fayda görüyorum. Devlet içindeki “paralel yapı var” deyip “işi cemaate indirgemek”, fotoğrafın tamamını görememektir.
Selam ve dua ile.