İnsanın kıyameti, kıyametin hikmeti
2020 yılında, dünya, adetâ bir “kıyamet provası” yaşadı.
Tarihte nadiren yaşanan salgınlardan birine yakalandı. Hayat durdu. Normal ilişki ve iletişim biçimleri son buldu. İnsan, insandan kaçarak, hayattan kaçarak, evine kapanarak hayatını sürdürdü.
Hayattan kaçarak, hayatı sürdürmek!
İnsandan kaçarak, insan kalabilmek!
Ne büyük çelişki, değil mi!
SALGIN MI, SALDIRI MI?
İnsana dokunmayarak, hayata değmeyerek insan kalabilmek ve insanca bir hayat kurabilmek mümkün mü?
Elbette ki, hayır.
Geçici bir küresel salgın oldu. Sadece salgın mıydı yaşadığımız; yoksa biyolojik ve kimyasal bir saldırı mı?
Bu soru, anlamsız değil. Ama elimizdeki veriler (ki veriler gizleniyor, üstü örtülüyor olabilir!), bu konuda kesin hükme varmamızı zorlaştırıyor. Ama sahip olunan, Heidegger’in “vahşî canavar” olarak adlandırdığı teknolojinin düzeyi, yaşananın biyolojik saldırı olarak laboratuvarda üretilmesini mümkün kılabilecek bir ölçekte!
Salgın henüz kontrol altına alınmış değil ama aşılarla kontrol altına alınması bekleniyor salgının.
Bendeniz bu yazıda “kıyamet provası” olarak tanımladığım salgını yazmayacağım. Bizzat kıyamet olgusunun anlamını yazacağım felsefî bir dille.
İNSANIN “DÜŞÜŞ”Ü VE “FIRLATILMASI” MI?
İnsanın kıyameti bu dünyaya “düşmüş” olmasıdır. Heidegger, felsefenin sınırlı, sınırlı olduğu için de keskin aklının kılıcını kuşanarak, insanın “dünyaya fırlatılmışılığından” sözeder.
Çok küçük düşürücü bir ifadedir bu insanteki için.
“Düşüş”, daha derinlikli, daha anlam yüklü, daha toparlayıcı bir niteleme felsefenin yanardağ lavlarını andıran tarifine kıyasla.
Kitab-ı Mukaddes, “düşüş” kavramını kullanır o yüzden. Yine de insan aşağılanmaktan kurtulamaz burada da. Günahkâr yani “suçlu” doğar bütün insanlar bu akîdeye göre: Yasak meyve’yi yemesi, sınırı aşması, Yaratıcı’ya itaatsizlik yapması, kişinin “cennetten kovulması”na, dünyaya “düşük” yapan bir varlık olarak gönderilmesine yol açar.
Muharref ehl-i kitap akidesi, düz bakar yaratılış hâdisesine.
Felsefeyse, dümdüz!
Atar ama tutamaz! Tutturamaz!
Her iki durumda da insan aşağılanır. Yaratıcının varoluş sırrı da, Yaratıcı’nın emaneti yüklediği halife’si olarak yaratılmış insanın oluş sırrı da kavranamaz; o yüzden kaygan zeminlerde patinaj yapılır.
Her iki bakış da, aslında yaratılışın, dolayısıyla insanın bir yönüne bakar, gerçeklerin ve gerçekleşen hâdisenin görünen yüzüne, zâhirine, kabuğuna.
YARATILIŞ SIRRI VE İNSANIN İMTİHANI
Oysa yaratılış hâdisesi, insanın can’ını yani kendini bilmesi, Canan’ını bulması, hakikat olması yolculuğudur.
İslâm akîdesi, insanın “ağaç”la kurduğu ilişkiyi, tıpkı ağaçta olduğu gibi, tabiattaki bütün temel unsurlarla temasa geçmesi, havayı soluması, toprağa köksalması, suya susaması, suyla sulanması, bütün bu tabiî unsurların tutuşturduğu terkipten / aşktan ağacın meyveye durması süreçleri gibi biliş, buluş ve oluş süreçleri olarak resmeder bize bütün yaratılış sürecini.
İnsanın hakikati biliş, buluş ve hakikatin kendisi oluş imtihanıdır, macerasıdır, seyr-ü seferidir; belki de daha iyi bir tanımlamayla seyr-ü sülûkudur. Yol’unu bulmasıdır. Yol kişinin kendi’dir aslında. Beni değil kendi.
Yolculuk da veya bu seyr-ü sülûk da, kişinin kendini bilmesi, kendini bulması ve kendi olması seferidir. Seferi yani yorumu. Seferi yani yorulması. Seferi yani doğrulması sonunda.
Yaratılış sırrı’nın hakikat sırrını böylece ifşası...
İnsan dünyaya gönderildi yaratılış sırrını keşfetmesi için. Yaratıcı’yı ve Yaratıcı’nın yaratış sırrını. Ve en sonunda sır’rı aslında.
Sır ne peki? İnsanın cennetten dünyaya “düşmesi” veya gönderilmesi, önce dünyanın hakikatini öğrenmesi, sonra dünyayı hakikat yurdunun izdüşümüne dönüştürmesi ve en sonunda da insanın kendi hakikatinin sırrına ermesi ve bu dünyanın hakikat yurdu olamayacağını görmesi, cenneti, bir cennet tohumu olan arı duru kendi’ni özlemesi, Hakka yönelmesi bu dünyada bir “hakikat ağacı” gibi.
İNSAN, HAKİKAT AĞACIDIR
Gibisi fazla. İnsan “hakikat ağacı”dır aslında.
Yaşanan, hakikat ağacının fırtınalara direnmesi, dalgakıran vazifesi görmesi, sırasıyla dalga kırması, dalga kurması ve dalga olması. Kıyametini farkederek, kıyameti üzerinde derin tefekküre dalarak, kıymetli bir tecrübeye dönüştürmesi.
İnsanın cennetten dünyaya gönderilmesi “kıyamet”tir aslında. İnsanın ilk kıyameti.
Öyleyse insan, kıyameti olan bu dünyayı cennetten taşıdığı iz’in keşfiyle cennetin izdüşümüne çevirerek dünya imtihanını aşmalı, ukbaya ulaşacak diriltici bir yolculuk yapmalıdır.
Dünya kıyametidir insanın cennet yurduna nispetle.
Kıyamet, “kıyam” kelimesinden gelir. Kıyam hâli, kıyametin hem gelişi hem de önlenmesini ifade eder.
Bir durum olmuştur, insan savrulmuş, insanlık sarsılmıştır ki, dünya kıyama durmuş, kıyameti beklemeye koyulmuştur. Kıyameti, yani her şeyin bitmesini, yani ölümü.
Ölüm, yok oluş değildir; başka bir âleme hicrettir. Her hicret gibi ölüm de diriliş ve yenileniştir.
Kişi kıyameti görürse, kıyametini görebilirse, yaşananları derinlemesine idrak edebilirse, özellikle de kendi yapıp ettikleri üstüne düşünebilirse (sosyal teorideki ifadeyle, eyledikleri, yaşadıkları üstüne bir özne olarak “self-refleksiyon” yaparsa) kendi üstüne, kendi kendine tefekküre dalarsa, yaşananların sebeplerini ve hikmetlerini araştırırsa, kıyamet gibi görünen şeyi kontrol altına alır, aşar, kıymetli bir imkâna, öncelikle kendisi için yeni bir sığınak, yeni bir kendi, yeni bir “ev” inşasına; kısacası, aklı, kalbi ve ruhu olan, cennetten iz taşıyan taze bir dünya inşasına dönüştürebilir.
Vesselâm.