Koparıp At Onu! At Ki Yaşayasın!
Gerçek bir olaydan esinlenilerek çekilmiş, nasıl güzel bir filmdir o… Danny Boyle’un yönettiği 127 Saat filminden bahsediyorum. Bir filmin güzel olmasının bence bir özelliği de, mesajını hayatın içindeyken sıklıkla anma ihtiyacı duymanızdır. Bir film mesajını ne kadar hayatın içinden alıyor ve oraya ışık tutuyorsa, o oranda akılda kalıcı oluyor.
İzleyenler bilecektir ki, 127 saat işte tam da böyle bir film. Yapım yılı itibariyle yeni bir film değil elbette. Ancak her gün onun o çok anlamlı, çok sembolik mesajını hatırlamamızı sağlayacak şeylerle karşılaşıyor ve onu anmadan edemiyorsak, yepyeni bir film kabul edebiliriz onu.
Konusu da kısaca şöyle: Aron Ralston adında bir gezgin, kimseye haber vermeden Utah yakınlarında, şehir merkezinden yüzlerce kilometre uzaktaki muhteşem bir kanyonda gezintiye çıkıyor. Burada yürürken ayağı kayıyor ve kanyonun altındaki dar geçitte bulunan büyük bir kaya parçasının arasına sıkışıyor kolu. Ne yapıyorsa kolunu sıkıştığı yerden çıkarması mümkün olmuyor. Kolunu çevirmeyi, kayayı oynatmayı deniyorsa da başaramıyor. Kaya olanca ağırlığıyla dirseğinden aşağısının üzerine oturuyor ve milim kıpırdamıyor. Tam 5 gün uğraşıyor Aron. Bir yandan da açlıkla, susuzlukla, vahşi hayvan tehdidiyle mücadele etmesi gerekiyor. Bağırıyor… Yardım istiyor…Yardım bekliyor Aron… Birilerinin onu fark etmesini, bu berbat, öldürücü deneyimin bir an önce sol bulmasını istiyor. Kurtulup evine dönmek istiyor. Bir süre sonra anlıyor ki Aron, onu oradan çıkaracak hiç kimse yok! Ne yapılması gerekiyorsa kendi yapmak zorunda…Eğer yaşayacaksa, bu ancak alacağı acımasız kararla kangren olmuş kolunu koparıp atmaya cesaret etmesiyle olacak. Bunu anlıyor…
WHAT IS THE ROCK?
O esnada hafızalara kazınan şu tespiti yapıyor, talihsiz Aron: “Bunları ben seçtim. Bu kaya hayatım boyunca beni bekliyormuş. Varoluşundan beri, daha bir meteorken, milyarlarca yıl önce, uzaydan buraya düşmeyi bekliyormuş… Tam buraya… Hayatım boyunca buraya sürüklenmişim. Doğduğum an, aldığım her nefes, yaptığım her şey beni buraya, evrendeki bu çatlağa sürüklemiş.”
İşte filmin; hayatın içindeyken, kendi hayatımızı sorgularken, türlü sorunlarla uğraşırken sık sık anılmayı hak eden kısmı burası.
Larry ve Andy Wachowski kardeşlerin yazıp-yönettiği “Matrix” filmi henüz vizyona girmeden önce onu “What is the Matrix?” sorusuyla kamuoyuna duyurmuşlardı. Yani film bir açıklamadan ziyade, gördüğümüz, alıştığımız dünyadan kuşkulanmamızı salık veren bir soruyla tanıtılıyordu: Matrix nedir?
Ben de buradan yola çıkarak diyorum ki: What is the rock?
Kaya nedir??
Ey okur! Senin kayan nedir?
Talihin akıl almaz oyunları tarafından, türlü tesadüflerle hayatına giren… İçinin karanlıklarına sıkışıp kaldığın… Seni adım adım ölümün korkunç kollarına sürükleyen… Ağırlığı altında ezilip durduğun… Her saniye ruhunun, vücudunun bir yanını kangren eden… Hayatını kıstırmaktan, yaşanamaz kılmaktan başka hiçbir işe yaramayan muazzam büyüklükteki o kayanın senin hayatındaki karşılığı nedir?
İnsan hayatının en can alıcı sorularından biri budur belki de…
Hayatımızı, bir şekilde gelip üzerimize çöken faydasız bir kaya gibi ezip duran o şeyi bulmak, insanın en ertelenmez görevlerinden biri bence…
“Kaya” kimi zaman bir iş, kimi zaman bir eş, kimi zaman hayatımızın bir yerindeki erkek ya da kadın, kimi zaman bizi ardından sürükleyen bir tutku, kimi zaman bir ilişki, bir hayal ya da hobi olabilir. Siz onu iş, uğraş veya insan suretinde görseniz de o aslında bir kayadır ve vazifesi hayatınıza güzellik katmak değil, onu kangren etmektir.
Hepimizin kayası farklı farklıdır. Ne kadar insan varsa ondan da fazla kaya vardır…
İlk ödev hayatımızdaki kayanın ne olduğunu keşfetmekse, ikinci görev oraya nasıl sıkıştığımıza takılıp kalmadan, kayadan nasıl kurtulacağımızı bulmaktır?
Aron bu sorunla yüz yüze geldiğinde kolunu koparmaktan başka bir yolunun kalmadığını anlıyor. Ve küçük çakısını kullanarak kolunu, dirsekten itibaren koparıyor. Böylelikle hayatta kalıyor…
Ne acı bir son değil mi? Oysa kazandıkları yanında o kangren olmuş kolun ehemmiyeti kalmıyor. Çünkü bir kola karşılık, bir hayat kazanıyor.
İzlerken, Aron’un talihsizliğini düşünüp yüreğiniz daralıyor…
Ama aslında yönetmen demeye çalışıyor ki: “Ey izleyici, bu Aron’un değil, senin trajedin; sıkışan kol onun değil senin kolun; “kaya” onun değil senin hayatının üzerinde.”
O halde ey okur! Hiç, birileri kurtarsın diye feryat etmekle, oraya buraya bakmakla, yardım aramakla vakit geçirme… Ne yapılabilirse sana, onu, sen yapabilirsin ancak! Neyse sende o kayanın altına sıkışıp kalan; neyse hayatına, yüreğine bir kaya gibi oturup seni yaşayamaz kılan, koparıp at onu!
At ki, yaşayasın…