Adnan ÖKSÜZ

Adnan ÖKSÜZ

Mesele, daha köklü ve daha derinlerde…

Mesele, daha köklü ve daha derinlerde…

İktisat profesörü idi. Ünlü bir akademisyendi. Konuşmaları da etkiliydi. Heyecanlı ve ateşli söylemleri vardı.

Köklü bir aileye mensuptu; dedesinin babası, cennetmekân 2.  Abdülhamit’in başdanışmanları arasındaydı.

Türkiye’de, siyaset bilimi ve iktisadın birçok alanında yüksek öğrenim sağlayan en köklü kurumundan (Mülkiye) mezun oldu.

İktisat doktorasını, Avrupa’nın en meşhur üniversitelerinden birinde yaptı.

Türkiye’ye döndüğünde mezun olduğu köklü üniversitede öğretim üyesi oldu. 1970’in ilk yarısında doçent unvanını aldı. 1985’te profesör…

Farklı Avrupa üniversitelerinde misafir profesör olarak dersler verdi, araştırmalar yaptı.

Başbakanlara iktisat ve ekonomi alanlarında başdanışmanlık görevinde bulundu. Bir dönem KKTC Devlet Başkanlığı’na fahri danışmanlık yaptı. 12 Eylül askeri darbesinden sonra Danışma Meclisi üyeliğinde bulundu.

5 dil biliyor. Makaleleri, yıllık, dergi ve gazetelerde yayımlandı. Yurtiçi ve yurtdışında birçok bilimsel toplantıya konuşmacı olarak katıldı, bildiriler sundu.

***

Tüm bunları neden anlattım?

Bir şeyi vurgulamak için… Bir noktanın altını kalın çizgilerle çizmek için…

Lütfen, yazının bundan sonrasına da ayrı bir dikkat rica ediyorum!

Yukarıda niteliklerini, özelliklerini anlatmaya çalıştığım bu ünlü akademisyen, danışman, yazar, profesör ünvanını aldıktan sonra mezun olduğu üniversiteye dönmek ister.

* Bilimsel makaleleri var mı, var!

* Yabancı dili var mı, var! Hem de 5 tane…

* Kitapları var mı, var! Çok sayıda…

* Akademik yeterliliği var mı, var!

* Doçentlik unvanına sahip mi, sahip!

* En az beş sene ana dalında çalışmış mı, çalışmış!

* Uluslararası eserler vermiş mi, vermiş!

* Profesör kadrosuna uygun bir şekilde atanmış mı, atanmış!

Ama ey sevgili okur ne oldu, biliyor musunuz?

Yukarıdaki özelliklere ve CV’ye sahip olan bu akademisyen, 1980’li yılların ikinci yarısında, o köklü kuruluşta çalıştırılmak istenmedi, engellendi! Nasıl mı;

* Odası elinden alınmak istendi. Kapıdan kovulmak istendi.

* O köklü üniversitenin köklü fakültesinde çoğu akademisyen bu profesörü dışladı, selam vermedi.

* Yahu, fakülte yönetimi bu akademisyene en temel hakkı olan ders verme yolunu tıkadı!

*Mobbing, mobbing diyoruz ya, hani! Ya, mobbingin kralını uyguladılar bu adama!

* Çaycıyı fişfişleyerek, “O profesörün misafirlerine çay götürmeyeceksin!” dediler…

Ve bütün bunları yapanlar da güya özgürlükçü, güya barışçı, güya evrensel değerlerin yanında olanlardı!

Bütün bunlar yaşandı. Ve sadece ben bir örneğini anlattım.

Kimbilir, hangi üniversitede, daha kaç üniversitede bu anlamda neler yaşandı/yaşanıyor, neler?

Gömleğin düğmesi en başta yanlış iliklenmişti! Bunu anlatmaya çalışıyorum…

***

Boğaziçi Üniversitesi… Bu atama doğrudur, yanlıştır, hatalıdır… Öğrencilere yapılan muameleler… Bunlar farklı tartışmalar…

Ama Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne atanan Prof. Dr. Melih Bulu etrafında yapılan tartışmalar bana bunları hatırlattı…

Mesele, daha köklü ve daha derinlerde…

Bilmem, anlatabildim mi?

 

ÜNİVERSİTELERDE ASIL SORUN: LİYAKAT VE EHLİYET!

Bir zamanlar önemli bir üniversitenin önemli bir öğretim üyesiydi.

Solcu olarak bilinirdi ama muhafazakâr kesimden öğrencilere de kapısını aralık tutardı.

İşte bu özelliğinden dolayı İmam Hatip Lisesi kökenli ve sınıfın en çalışkan öğrencisi tüm cesaretini toplayarak bu profesörün karşısına geçti ve şöyle bir teklifte bulundu: “Hocam, uygun görürseniz ben üniversitede kalmak istiyorum ve sizin asistanınız olmayı arzuluyorum…”

Bu profesörün bu öğrenciye ne cevap verdiğini merak ediyor musunuz?

O halde sıkı durun! Aynen şu cevabı verir:

“Bak, ben seni çok severim, bilirsin. Dersime de büyük bir alaka gösteriyorsun, onu da biliyorum. Çalışkansın, aldığın notlar ve üstlendiğin görevlerdeki üstün kabiliyetin de ortada. Ama bu asistanlık öyle bir şey ki, evlilik gibi bir şey. Şimdi ben senin gibi düşünen biriyle nasıl evleneyim?”

***

Anlattığım bu olay birebir yaşanmış bir olay!

Peki, söyler misiniz, ehliyet ve liyakat nerede, burada?

Şunu anlatmak istiyorum; bu bizim uzun metrajlı bir meselemiz!

Öyle masa başında iki cümle attırarak, iki söylemde bulunarak halledebileceğimiz bir sorun değil!

Son yıllarda daha fazla sorgulanmaya başlanan ‘ehliyet’ ve ‘liyakat’ uzun yılların tortusu, kısacası…

***

Son bir not; Refah-Yol Hükümeti dönemi. Erbakan Hoca Başbakan…

Prof. Dr. Osman Altuğ’un telefonu çaldı. Başbakanlık’tan arıyorlardı. “Sayın Başbakan sizinle görüşmek istiyor” dediler.

Gerisini, Osman Altuğ’dan dinleyelim; “Ben hayatımda Erbakan Hoca’yla ne el sıkışmışlığım var, ne merhabam var, ne kapalı bir mekânda karşılaşmamız var, sohbetimiz yok. Erbakan Hoca, 7 Temmuz günü, sabah kendi uçağını gönderdi, Yeşilköy’den uçağa bindim, gittim, sabah kahvaltısında beraber olduk. Sabahleyin kalkmak benim için büyük zorluktu. Hocamız geç yatar, erken mesaiye başlar. Söze şöyle başladı: ‘Biz sizi yakından izliyoruz, sizi çok iyi biliyoruz. Ben Başbakan olarak sizi Başbakanlık Ekonomiden Sorumlu Başdanışmanlığa atamak istiyorum.’ Göreve böyle başladık...”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Adnan ÖKSÜZ Arşivi