Krizin adı yok ama vatandaş perişan
Bu kimin krizi?
Ortada peş peşe batan şirketler, işsiz kalan yüzbinler var.Küresel krizde ikinci dalgadan söz ediliyor.
Ama biz hâlâ krizin adını dahi koyamadık.
Bırakın adını koymayı, teğetinden delip geçenine dek ilginç tanımlar getirdik.
TÜSİAD'ın dünkü Genel Kurul toplantısında söylenenlere bakılırsa, bizler krize tanım getirene kadar tedbirler güme gidecek.
Tedbir geliştirme konusunda iş dünyası ve hükümet arasında beliren anlaşmazlık ve "IMF" üzerinden yürüyen tartışmaları izliyoruz. IMF ile bir an önce anlaşmaya varılması, bu anlaşmanın içeriği konusunda farklı beklentileri şekillendiriyor.
İş dünyası, IMF'nin eski reçetelerinin yeterli olmayacağını kabul etmekle birlikte yine de alınacak tedbirlerin "büyüklere daha çok şifa" getirmesi ısrarında.
TOBB ve benzeri kurumlar ise KOBİ'lerin de kurtarma trenine alınması ricasında.
Sendikalar, böyle "fani" şeyleri dert etmediğinden, onların bu kriz sürecinde pek fazla sorunları yok gibi görünüyor. Zira onlar için Ergenekon'a sendikacı kaptırma gibi dertler, yüz binlerce işsizin önüne geçmiş bulunuyor.
TÜSİAD İstişare Konseyi Başkanı'nı dinliyoruz; "Hükümet krizle ilk ilişkisini onun varlığını reddederek kurdu. Piyasaların güven sorununu ortadan kaldıracak güçlü önlem paketleri oluşturmak yerine dağınık tekil önlemleri tercih etti."
İlginç olan, benzer endişenin, KOBİ tabanında da hızla kabul görmesidir.
Algı bu yönde oluşunca, ekonomik gerekçelerden bağımsız olarak daha da içine kapanan "kirpi sendromundaki KOBİ'ler" çoğalıyor.
Ekonomik İstişare Konseyi sonrası ekonominin patronu Nazım Ekren'in açıklamaları da "yapılması gerekenleri yaptık" cümlesiyle özetlenince, bana göre ortaya çok temel bir "kanaat krizi" çıkıyor.
Sahi; bu kriz kimin krizi? Boyutları nedir? Tedbir şekli ne olmalıdır?
Abartanlar mı küçümseyenler mi haklıdır? "Kurtar beni" feryatlarının ne kadarı sahicidir ve hayatidir?
Zaten kafalar karışık; bir de bu soruları sorarak daha fazla karıştırmanın âlemi yok. Cevaplar farklı olabilir ancak bildiğimiz bir gerçek var. O da her gün binlercemizin işsiz kaldığıdır.
İster ihracatı tıkansın, ister işleri bozulsun, kapanan her işyeri, işsiz ordusunu beslemekte, zordaki işletmeler her gün işçi çıkarmak için hesap yapmaktadır.
Üstelik krizi büyüklerin akıl almaz iştihası başlatsa dahi, cezayı en alttakiler çekmektedir.
Bu hengâme içinde akıl süzgecine vurduğunuzda üstte kalan tedbirlerin bana göre en önemlisi, "artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı" vurgusunu taşıyanlardır.
Yapısal reform talepleri, bunların en önemlisidir. Fakat daha da önemlisi, "anlayış reformları" ihtiyacımızdır.Üretmeden tüketmek, kazandığından fazlasını harcamak, terk edilesi anlayışlardır.
Üstelik bu, yalnızca patronların değil, fakat aynı zamanda çalışanın, çiftçinin, işçinin, memurun sorunudur.
Dün AB Küçük İşletmeler Kredi Programı'nın ikinci aşamasında KOBİ'lere 75 milyon Euro kullandırılacağı açıklaması vardı.
Kulağa hoş geliyor. Böylesi can suyu kredileriyle duran çarkların yeniden harekete geçeceğine inanmak istiyoruz.
Fakat işin detayına girdiğimizde bankacılık sistemindeki köhne kredi ve risk alışkanlıklarıyla böylesi kaynakların, onlardan beklenen faydayı sağlamayacağını anlıyoruz.
Krediyi, "değer yaratan üretime" değil, zorda olan işletmelerin kurtarılmasına yönelik verirseniz, işletme kurtulur belki... Fakat krediden beklenen fayda umutları güme gider.
Krizin zaten daralttığı iç piyasada eğer ikinci dalga gelirse oluşacak sıkıntılar karşısında geliştirilecek tedbirlerin ben, kurtarmadan ziyade yapısal dönüşümü tetikleyecek alanlara odaklanmasını daha akılcı buluyorum.
Yapısal dönüşüme basit bir örnek; işi reel ekonomi ve üretim olmasına rağmen faaliyet dışı alanlardan para kazanma tuzağındakilerdir.
Bunların "para harmanlayarak" kâr peşinde koşması, krizin ana sebebi değil midir?
Bu kriz "kimin krizi?" diye sorarken anlatmak istediğim tam da budur. Kriz, anlayışların ve paradigmanın krizidir.
Ama biz hâlâ krizin adını dahi koyamadık.
Bırakın adını koymayı, teğetinden delip geçenine dek ilginç tanımlar getirdik.
TÜSİAD'ın dünkü Genel Kurul toplantısında söylenenlere bakılırsa, bizler krize tanım getirene kadar tedbirler güme gidecek.
Tedbir geliştirme konusunda iş dünyası ve hükümet arasında beliren anlaşmazlık ve "IMF" üzerinden yürüyen tartışmaları izliyoruz. IMF ile bir an önce anlaşmaya varılması, bu anlaşmanın içeriği konusunda farklı beklentileri şekillendiriyor.
İş dünyası, IMF'nin eski reçetelerinin yeterli olmayacağını kabul etmekle birlikte yine de alınacak tedbirlerin "büyüklere daha çok şifa" getirmesi ısrarında.
TOBB ve benzeri kurumlar ise KOBİ'lerin de kurtarma trenine alınması ricasında.
Sendikalar, böyle "fani" şeyleri dert etmediğinden, onların bu kriz sürecinde pek fazla sorunları yok gibi görünüyor. Zira onlar için Ergenekon'a sendikacı kaptırma gibi dertler, yüz binlerce işsizin önüne geçmiş bulunuyor.
TÜSİAD İstişare Konseyi Başkanı'nı dinliyoruz; "Hükümet krizle ilk ilişkisini onun varlığını reddederek kurdu. Piyasaların güven sorununu ortadan kaldıracak güçlü önlem paketleri oluşturmak yerine dağınık tekil önlemleri tercih etti."
İlginç olan, benzer endişenin, KOBİ tabanında da hızla kabul görmesidir.
Algı bu yönde oluşunca, ekonomik gerekçelerden bağımsız olarak daha da içine kapanan "kirpi sendromundaki KOBİ'ler" çoğalıyor.
Ekonomik İstişare Konseyi sonrası ekonominin patronu Nazım Ekren'in açıklamaları da "yapılması gerekenleri yaptık" cümlesiyle özetlenince, bana göre ortaya çok temel bir "kanaat krizi" çıkıyor.
Sahi; bu kriz kimin krizi? Boyutları nedir? Tedbir şekli ne olmalıdır?
Abartanlar mı küçümseyenler mi haklıdır? "Kurtar beni" feryatlarının ne kadarı sahicidir ve hayatidir?
Zaten kafalar karışık; bir de bu soruları sorarak daha fazla karıştırmanın âlemi yok. Cevaplar farklı olabilir ancak bildiğimiz bir gerçek var. O da her gün binlercemizin işsiz kaldığıdır.
İster ihracatı tıkansın, ister işleri bozulsun, kapanan her işyeri, işsiz ordusunu beslemekte, zordaki işletmeler her gün işçi çıkarmak için hesap yapmaktadır.
Üstelik krizi büyüklerin akıl almaz iştihası başlatsa dahi, cezayı en alttakiler çekmektedir.
Bu hengâme içinde akıl süzgecine vurduğunuzda üstte kalan tedbirlerin bana göre en önemlisi, "artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı" vurgusunu taşıyanlardır.
Yapısal reform talepleri, bunların en önemlisidir. Fakat daha da önemlisi, "anlayış reformları" ihtiyacımızdır.Üretmeden tüketmek, kazandığından fazlasını harcamak, terk edilesi anlayışlardır.
Üstelik bu, yalnızca patronların değil, fakat aynı zamanda çalışanın, çiftçinin, işçinin, memurun sorunudur.
Dün AB Küçük İşletmeler Kredi Programı'nın ikinci aşamasında KOBİ'lere 75 milyon Euro kullandırılacağı açıklaması vardı.
Kulağa hoş geliyor. Böylesi can suyu kredileriyle duran çarkların yeniden harekete geçeceğine inanmak istiyoruz.
Fakat işin detayına girdiğimizde bankacılık sistemindeki köhne kredi ve risk alışkanlıklarıyla böylesi kaynakların, onlardan beklenen faydayı sağlamayacağını anlıyoruz.
Krediyi, "değer yaratan üretime" değil, zorda olan işletmelerin kurtarılmasına yönelik verirseniz, işletme kurtulur belki... Fakat krediden beklenen fayda umutları güme gider.
Krizin zaten daralttığı iç piyasada eğer ikinci dalga gelirse oluşacak sıkıntılar karşısında geliştirilecek tedbirlerin ben, kurtarmadan ziyade yapısal dönüşümü tetikleyecek alanlara odaklanmasını daha akılcı buluyorum.
Yapısal dönüşüme basit bir örnek; işi reel ekonomi ve üretim olmasına rağmen faaliyet dışı alanlardan para kazanma tuzağındakilerdir.
Bunların "para harmanlayarak" kâr peşinde koşması, krizin ana sebebi değil midir?
Bu kriz "kimin krizi?" diye sorarken anlatmak istediğim tam da budur. Kriz, anlayışların ve paradigmanın krizidir.