Osmanlı
İnsanların büyük bir çoğunluğu toplumlarıyla, ırklarıyla, dinleriyle, tarihleriyle övünür.
Bir de öyle insanlar vardır ki onların övünecek bir topluma, ırka, dine, geçmişe ihtiyacı yoktur, tam aksine toplumlar, ırklar, dinler, öyle insanlara sahip olmakla övünür.
Shakespeare’in İngilizlikle övünmeye ihtiyacı yok ama İngilizler Shakespeare’le övünürler.
Victor Hugo’nun, Tolstoy’un, Faulkner’ın, övünmek için bir ülkeye, bir millete, bir ırka, bir dine ihtiyacı bulunmuyor.
Elbette herkes böyle bir büyük yaratıcı olamaz, milyonlarca istiridyenin içinden beş incinin çıkması gibi milyarlarca insanın içinden de birkaç büyük yaratıcı çıkar.
Ben toplumların değerinin çıkardıkları “yaratıcılarla” ölçülebildiğine inanırım.
Bu benim ölçüm.
Birçok insana da toplumlarının çıkardığı “cengâverler” yaratıcılardan daha fazla onur verici gözükür.
Son zamanlarda bizim siyasetçiler arasında Osmanlı ile övünmek epey revaçta.
Onların Osmanlı hayranlığının hangi ölçülere dayandığını pek bilemiyorum.
Osmanlı, yaratıcısı çok bol bir toplum değildi.
Resim yoktu, tiyatro yoktu, roman yoktu, heykel yoktu, çoksesli müzik yoktu, bilimsel yaratıcılık yoktu.
Şiir vardı.
Kuvvetli bir şiir damarına sahipti Osmanlı ama o da Arap ve Fars edebiyatından çok etkilenmiş hatta onların dilini ödünç almış bir şiirdi.
“Halk edebiyatı” diyebileceğimiz şiir ise Osmanlı’dan ziyade Osmanlı’ya muhalefetin sesiydi çoğunlukla.