Benim Allahım
Marcel Proust’un çok yıllar önce keşfedip yazdığı gibi geçmişin anıları, kokular âleminin muhafızlığında saklanır ve her koku bir kapı açar o unutulmuş sandığınız zamanlara.
Üstüne çörek otu serpilmiş pişkin pide kokusu, birçokları gibi beni de alır bir fırının kapısına götürüp bırakır.
Vakit nedense sonbaharın son günleridir.
Hava serincedir ve akşam inmeye hazırlanır.
Kendine bir iş yaratmak isteyen yaşlı amcalarla çocukların biriktiği uzun kuyruktakiler, minare ışıkları yanmadan önce pideleri alıp iftara yetiştirebilmek için telaşlarını saklayan bir sabırla beklerler.
Sünnet hediyesi bir saati bileklerine takabilmiş olan çocuklar sık sık saatlerine bakarak iftar vaktini hesap etmeye uğraşırlar.
Ben o çocukların arasında beklerim.
Ayaklarım üşür hafiften, açlığımla gurur duyarım.
Diğer çocuklar gibi benim de yüzümde başka zamanlarda pek rastlanmayan bir ciddiyet vardır, önemli bir iş yapmakta olduğumu bilirim.
Ramazan’ı belki de en çok bundan severim.
İftar sofrasına oturulduğunda kimse çocuk muamelesi yapmaz sana, oruç tutmaya başlaman büyüdüğünün işaretidir ve büyükler şefkatli bir saygıyla davranırlar büyümeye başlayan çocuklara.
Fırına girdiğinde, pişkin hamur kokulu sıcacık bir buhar çarpar yüzüne.
Fırıncı, uzun saplı küreğini ateş renkli fırın kapağından içeri sokar ve olağanüstü bir ustalıkla içerdeki pideleri seri hareketlerle küreğinin üstüne dizip hızla çeker.
Çıraklar, müşterilerin elleri yanmasın diye kâğıtların üstüne koyup verir pideleri.
Ama ellerin gene de yanar.
Konuşmalar kısa kısadır, kaç tane istediğini söylersin sadece.
Elinde hazırladığın parayı verirsin, aceleyle alırlar.
Kutsal bir ortaklık, herkesi iftara zamanında yetiştirebilmek için müthiş bir yardımlaşma vardır.
Kimse kimsenin sırasını kapmaya çalışmaz.
Ezana birkaç dakika kala pideleri alıp hızla koşmaya başlarsın, bir iki kez tökezleyip düşecek gibi olursun ama zaferle girersin eve.
Sofra hazırdır.
Herkes sofranın başındadır.
Topun patlamasını sofrada beklemek sevaptır çünkü.
Teyzen hemen pideleri parçalayıp bir kayık tabağa dizer.
Sen de sofraya oturursun.
Top patlar.
Hayır, acele etme, açsın ama gene de aç değilmişsin gibi uzanmalısın o ilk zeytin tanesine.
Büyük bir adam gibi.
Sen artık büyüdün, sen oruç tutuyorsun, sen bu sofrada saygı görüyorsun.
Ve, Allah seni seyrediyor.
Her davranışını görüyor, onun için oruç tuttuğunu biliyor, telaş ederek onu utandırmamalısın, sabrı öğrenmelisin.
İlk zeytinin damağına yayılan kekremsi tadı, sonra bir bardak su.
Sonra çorba.
Çorbadan sonra ilk mırıltılı konuşmalar.
Gerçek, saf, içe işleyen bir mutluluk, bir sevinç, büyük bir koruyucun olduğuna inanan o mutlak güven ve huzur.
Sen iftarını açarken Allah sana gülümser, memnun olur, sen iyi bir çocuksun seni sever, sen onu seversin.
Benim Allahım öyleydi, severdi beni, onu kızdırdığımda bile severdi, ben de onu severdim, korkmazdım hiç ya da diyelim babamdan korktuğum kadar korkardım, daha fazla değil.
Ne garip beni Allahın olmadığına dindarlar inandırdı, öyle bir Allah anlattılar ki benim Allahıma hiç benzemiyordu, öfkeli, kızgın, gazaplıydı anlattıkları, cezalandırıyordu.
“Bu benimki değil” dedim, dinimiz birdi ama Allahımız farklıydı artık.
Yollarımız ayrıldı.
Ben çocukken teraviye korktuğumdan gitmiyordum ki, oraya sevindiğimden gidiyordum, Allah gülümsesin diye gidiyordum, memnun olsun diye gidiyordum ve o memnun olduğunda ben çok seviniyordum.
İyiydi bizim aramız.
Konuşurduk bile.
O bana pek cevap vermezdi, daha ziyade ben söylerdim o dinlerdi, isteklerimi samimice anlatırdım, “şu sınıfı geçmeme bir yardım etsene” derdim, sesini duymazdım ama gülümseyip “böyle haylazlık edersen benden yardım bekleme” dediğini sezerdim, hiç gücenmezdim, gülümserdim, “çalıştıktan sonra ben de geçerim ne olacak” demezdim ama aklımdan bunun geçtiğini onun bildiğini bilirdim.
Küstü mü acaba diye endişelenirdim.
Kızması değil ama küsmesi kötü olurdu, bak küsmesinden korkardım.
Onu küstürecek bir şey yapmadım.
Büyüdüm, günah işledim ama onu küstürecek günahlar değildi bunlar, bilerek kimseye kötülük etmedim, kimsenin hakkını yemedim.
Benim günahlarıma sizin Allahınız çok kızabilir, benimki kızmaz işte, belki bana şöyle bir parmağını sallar ama o kadar.
İyidir o, çok iyidir.
Onun için belki ben, fırın kapısında pide bekleyen çocuğu böylesine şefkatle ve sevinçle hatırlarım.
Onun için belki ben, işler çok sıkıştığında şöyle gökyüzüne doğru bir bakarım.