Ergenlik
Türkiye, geç kalmış bir ergenlik yaşıyor.
Çocukluktan büyüklüğe geçmenin her türlü sıkıntısı da haliyle hayatımıza yansıyor.
Elleri ayakları vücudundan hızlı büyüdüğü için bir türlü onları ne yapacağını bilemeyen, tam akıllı akıllı konuşurken birden saçma sapan bir şakaya herkesin dikkatini çekecek biçimde kahkahalarla gülen, aşırı derecede alıngan olan, büyümenin güveniyle çocukluğun korkularını karmakarışık bir halde yaşayan, bazen aşırı güvenli, bazen aşırı ürkek davranan bir yeni yetme gibiyiz.
Bir yaptığımız bir yaptığımızı pek tutmuyor.
Bir bakıyorsunuz, dünyanın bütün anlaşmazlıklarını “çözecek” bir özgüvenle atlıyoruz uluslararası sahneye.
Bir bakıyorsunuz, “bölüneceğiz” korkusuna kapılıp kendi içimizdeki sorunu çözmekten kaçınıyoruz.
Bir bakıyorsunuz, “Avrupa Birliği’ne meydan okuyacak” kadar kendimizden eminiz, bir bakıyorsunuz başörtüsüyle “şeriat” geleceğini sanacak kadar ürkeğiz.
Bir bakıyorsunuz, Anayasa’yı değiştirip çağdaşlaştıracak bir ortak aklı gösteriyoruz, bir bakıyorsunuz HSYK seçiminde koltuk ihtirasıyla gözümüz kararıyor.
Bu çelişkiler bir süre daha devam edecek gibi gözüküyor.
Ergenliğin bütün sıkıntılarını yaşayacağız herhalde.
Çocukluğumuzun biraz uzun sürmüş olması da ergenliğin dertlerini arttırıyor.
Sürekli korkutulmuş ve fikirlerimizi söylememiz de yasaklanmış olduğu için korkusu bol, fikri az bir toplumuz.
Herkes birbirinden korkuyor.
Korkmakta da haklı.
Bir ergenin her türlü bencilliğine sahibiz çünkü.
Bizi, bir tür “özürlü çocuk” eğitiminden geçirdiler.
Biliyorsunuz, o çocukları kandırıp ellerinden bir şeyi almak kolay olduğundan, onlara, her şeyden önce “ellerindekini vermemeleri” öğretilir.
Bize de hep böyle davranıldı.
Düşünün ki biz hâlâ 1920’deki Sevr Antlaşması’nın tekrarlanabileceğini öğrenerek büyüdük.
Bize anlattıkları şuydu, “biz öylesine zavallı ve akılsızız ki gelip bizi kandırırlar ve topraklarımızı alırlar”.
Bu kandırılma korkusu ruhumuza işledi.
Hep kandırılmaktan korktuğumuzdan, kandırılmamak için “kurnazlaşmamız” da kaçınılmaz oldu.
Hayatın “kandırmak” üzerine kurulduğuna inandık.
Ya bizi kandıracaklar ya biz kandıracağız.
Korku ve kurnazlık yan yana gelince haliyle sorun çözmek de imkânsızlaşıyor.
Bir sorunu çözmek için atacağımız her adımda “kandırılacağımıza” inanıyoruz ve “çözüm” lafını duyduğumuz anda aynen o özürlü çocuklar gibi elimizdekine yapışıp çığlık çığlığa bağırmaya koyuluyoruz.
Sonra da biz karşımızdakini kandırmaya çalışıyoruz.
Bu, bizi tam anlamıyla tutarsız bir hale getiriyor.
Kıbrıs’taki Türk azınlık için bir devlet istiyoruz ama Türkiye’deki Kürtler için “özerkliği” konuşmaktan bile kaçınıyoruz.
Almanya’daki Türkler için “anadilde” eğitim istiyoruz ama Kürtlerin “anadilde” eğitimini reddediyoruz.
Bikinili kadınlara “zorla” çarşaf giydirecekler diye korkuyoruz ama başörtülü genç kızların başını “zorla” açmayı mubah görüyoruz.
Bize benzemeyen herkes bizi kandırabilir.
Onun için bize benzemeyen herkesi kandırmak bizim hakkımız.
Hayatımızın özeti sanırım bu iki düsturda toplanıyor.
Ne yapacağını bilmeyen, hem herkesten korkup hem de herkesi korkutmak isteyen, çözüm fikrinden ödü patlayan, kandırılacağına inanan, kandırmayı kendine hak gören zavallı bir ergen gibiyiz.
Yaşadığımız bu tuhaflıkların temelinde sanırım bu toplumsal çocukluğumuz yatıyor.
Bu halimiz sıkıcı ve sorunlu.
Ama iyi haber şu:
Bütün ergenler büyür ve çocukluk korkularından, kızgınlıklarından, kurnazlıklarından kurtulur.
Eh, biz de büyüyoruz işte.
Bir süre sonra aklımız başımıza gelir, kendi yaptıklarımıza kendimiz şaşarız.