İğde ağaçları ve gerçek
Muhteşem bir tekdüzeliği var tabiatın.
Hiçbir sanatçının sahip olmadığı bir özgürlük ve güvenle kendini tekrarlayıp duruyor.
Herşeyin bir vakti var ve vakti geldiğinde iğdeler çiçek açıyor.
Geçen yıl iğdeler çiçeklerini açtığında yayılan uçuk yeşil, baygın kokulara nasıl hayran kalıp şaşırdıysam, bu yıl da aynı şekilde hayran kalıp şaşırıyorum.
Sadık bir hayranıyım tabiatın.
Benim hayranlığıma hiç aldırmayan kibri ya da tevazuuyla, bana hep şunu söylüyor, “ben böyleyim, yüz yıl önce de böyleydim, yüz yıl sonra da böyle olacağım”.
Ben yüz yıl önce böyle değildim ve yüz yıl sonra da böyle olmayacağım.
Tabiatın güvenli durağanlığı, benim telaşlı geçiciliğimi hep yüzüme vuruyor.
Garip bir çelişkisi var bu sonsuz döngünün, bana sürekli gösterdiği hayatın güzellikleri, içinde hep benim varlığımın anlamsızlığını yüzüme çarpan bir gerçek taşıyor.
“Sen geçicisin.”
Hıristiyanlar, Adem’den tevarüs ettikleri “ilk günahı” hep taşıdıklarına inanırlar.
Bu “ilk günah” belirler her şeyi.
Bense bu “ilk gerçek”e inanıyorum.
Bu “ilk gerçek”teki umursamaz küçümseme, sanırım insanoğlunun gerçekle hiç bitmeyen bir sorun yaşamasının başlangıcı.
İnsanlar, gerçekten korkuyorlar.
Gördükleri bu “ilk gerçek”, bütün ruhlarını sarsıyor.
Bu sarsıntıdan kurtulacağımız bir sığınak aramakla geçiyor ömrümüz.
Dindarlarımız, bu “geçiciliğin” bir sonsuzluğun parçası olduğuna inanarak, tabiatın ve“yaratıcısının” kucağına sığınarak “ilk gerçek”le barışıyorlar, “geçici değiliz” diyorlar,“gidiyoruz ama geleceğiz”.
Buna yürekten inananlar, sanırım huzurlu ve dürüst bir hayat sürüyorlar.
Ve, sanırım buna yürekten inanan çok az insan bulunuyor.