İki kelime
İnsanoğlunun söyleyebileceği en korkunç ve en sarsıcı cümlenin iki kelimelik bir cümle olduğuna Macbeth’i ilk kez okuduğumdan beri inanırım.
– Beni öldürdüler.
Daha ölmeden kendi ölümünü kabullenip bunu söylemek, herkes gibi “öleceğini” değil de herkesten çok farklı olarak “öldüğünü” bilmek, hâlâ hayattayken kendini bir “ölü” olarak görmek, canlı bedeninde dolaşan ve biraz sonra bütün o bedeni esir alacak olan ölümü hissetmek ve “öldüğünü” henüz hayattayken haber vermek beni her zaman derinden yaralar.
Márquez’de aynı cümleye rastladığımda da aynı duyguları hissetmiştim.
Bunun gerçek hayatta tekrarlanması, belki de hayatında hiç Shakespeare ya da Márquez okumamış birinin, korkunç bir işkenceden geçtikten sonra abisine son kez seslenerek, “beni öldürdüler” demesi, bu kez sadece canımı yakmadı, aynı zamanda beni utandırıp kederlendirdi.
Bizim Veysi Polat’ın bugün okuyacağınız haberi, 1992 yılında köylülere işkence yapan ve aralarından birini öldüren bir asteğmenin müebbet hapse mahkûm oluşunu anlatıyor.
Öldürülen Abdulkadir Kurt’la birlikte gözaltına alınan ve onunla birlikte işkence gören abisi Musa Kurt, kardeşinin son anlarını anlatırken, “kardeşim Abdulkadir’le aynı nezarethanedeydik. Akşam saat 22 sıralarında iki kişi gelip götürdü. Bir süre sonra da iki askerin kolunda geri getirdiler. Durumu çok kötüydü. Kürtçe ‘bira ez kuştim- abi beni öldürdüler’ diyordu. Durumu çok kötüydü” diyor.
Bu Kürtçe lafı hiç unutmayacağım.
“Bira ez kuştim.”
“Abi, beni öldürdüler.”
Öldürülen Abdulkadir’le birlikte gözaltına alınıp işkenceden geçtikten sonra savcılığa çıkarılan on bir köylüyü görünce savcı, “bunların ne günahı var” deyip hepsini serbest bırakmış.
Bir suçu olmayan, savcılıkta serbest bırakılacak biri, bir asteğmenin işkencesiyle ölüyor.
Biz, on sekiz yıl önce 36 yaşındaki bir köylünün ağır işkencelerle öldürüldüğünü, son sözlerinin “bira ez kuştim” olduğunu hiç bilmedik, hiç duymadık.
Oralarda olanlarla hiç ilgilenmedik.
Biz hiç “bilmediğimiz” için o köylüyü öldüren asteğmen on sekiz yıl boyunca serbest dolaştı.
Ancak şimdi müebbede mahkûm oldu.
O köylünün ölümünden elbette ona işkence yapanlar sorumlu ama o asteğmene “işkence yapabileceği, insanları öldürebileceği” güvenini veren, onun on sekiz yıl boyunca özgürce dolaşmasını sağlayan bizim “bilinçli” cehaletimiz değil mi?
Biz, oralarda, “uzaklarda” neler yaşandığını merak etseydik, insanlara sahip çıksaydık, o asteğmen günahsız bir köylüyü bir gece yarısı işkencehaneye alıp, korkunç acılar çektirerek öldürebilir miydi?
Buna cüret edebilir miydi?
Edemezdi.
Ama biz hiç ilgilenmedik olup bitenlerle, yaşanan vahşete bilerek isteyerek arkamızı döndük, bilmemeyi tercih ettik.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra birçok Alman, NAZİ’lerin yaptıklarını bilmediklerini söylemişlerdi, kendi vicdanlarını bu “bilinçli” cehaletle yatıştırmaya çalışmışlardı, o zaman dünyanın birçok aydını, bu “cehaleti” gizli bir işbirliği olarak değerlendirmişti.
Bilmiyorlardı çünkü bilmek istemiyorlardı.
Bizim durumumuz da biraz öyle değil mi?
Cehaletimiz, aslında gizli bir suç ortaklığının üstünü örtmek için kullandığımız bir bahane, bilmiyorduk çünkü bilmek istemiyorduk.
Bir geceyarısı kanlar içinde getirilen adamı, onun “bira ez kuştim” deyişini, kardeşinin ölümünü çaresizlikle izleyen ağabeyi düşünün.
Bunu bilmek istiyor muydunuz?
Bunu bilip de hiç tepki vermeden durmak kolay değil, bunu bilip de sessiz kalmak kolay değil ama bunu bilip de ses çıkarmak da kolay değildi o zamanlar.
Onun için bilmedik.
Biz bilmediğimiz için de o adam, “beni öldürdüler” diyerek öldü.
İnsanoğlunun söyleyebileceği en dehşet verici cümle, bu iki kelimelik cümledir benim için.
Shakespeare’in piyesinde öldürülen bir kral, Márquez’in romanında öldürülen bir genç değil Güneydoğu’da öldürülen bir Kürt köylüsü söylüyor bunu.
Akan kan gerçek, ölen gerçek, söylenen söz gerçek.
Bu suç ortaklığının, bu tercih edilmiş “cehaletin” altından kalkmak, o son sözleri unutmak o kadar kolay olmayacak.
O son sözler çınlayıp duracak.
“Bira ez kuştim.”