Savaş sersemliği
Bundan dört beş yıl kadar önce uluslararası bir yazarlar konferansı için gittiğim Kudüs’te çok şaşırmıştım.
İnsanlık tarihinin en önemli merkezlerinden birinde görkemli bir yaşamla karşılaşacağımı sanıyordum.
Onun yerine tozlu, soluk, sönük bir şehirle karşılaşmıştım.
Sadece mabetleriyle bile dünyanın her yanından insanları kendine çekebilecek bu şehir ekonomik bir çöküntünün eşiğinde gibi görünüyordu.
Kafeleri, müzikholleri, alışveriş merkezleri, ışıklı caddeleri, otelleri, lokantalarıyla yirmi dört saat vahşi bir hayvan gibi soluyarak yaşayan İstanbul’dan Kudüs’e inen biri kendini köye gelmiş gibi hissediyordu.
Tarihî derinliği, entelektüel birikimi, yeryüzündeki desteği, teknolojik yaratıcılığı, bilimsel çalışmalarıyla çok daha iyi bir hayatı hak eden Yahudiler bu tarihî kentte ışığı az bir hayat sürüyorlardı.
Bir tek açıklanabilir nedeni vardı bu sönüklüğün.
Savaş.
İnsanları çok daha iyi yaşatabilmek için harcanabilecek kaynaklar, savaş için, insanları öldürmek için harcanıyordu.
Bir avuç toprağın sahibi kim olacak kavgasını bir türlü bitiremedikleri için doğru dürüst yaşayamıyorlardı.
Bu inatlaşmanın tek suçlusu İsrail değildi elbette, Araplar ve Filistinliler de İsrail’i yok saymak hatta yok etmek istiyorlardı.
Konferansta yaptığım konuşmada, “toprağa kimin bayrağı dikilecek diye kavga etmenin anlamsızlığını bilen bir ulustanım” demiştim, “bugün üstüne bayrak dikmek için savaştığınız topraklarda yüz yıl önce benim dedelerimin bayrağı vardı. Şimdi ne dedelerim, ne de o bayrak burada, halbuki o zaman da çok insan ölmüştü bu bayrak kavgasında.”
Yetmiş iki milletten yazarın ve editörün toplandığı salonda konuşmam çok az taraftar bulmuştu, bugün kendi ülkemde de bu yaklaşım pek taraftar bulmaz.
Çağlar boyu sürmüş şartlanmaları kırmak, insanın topraktan ve bayraktan daha önemli olduğunu anlatmak, sınırların tarih boyunca sürekli değiştiğini söylemek alkış toplamaz.
Sadece şu son yüzyılda bile uğruna milyonlarca insanın öldüğü o sınırlar kaç defa değişti.
Devlet yöneticilerinin “bedava ölecek” adama ihtiyacı olduğundan bütün uluslar çocuklarını “vatan, bayrak, sınır” tabularıyla yetiştirirler, “savaş var” dendiğinde bu “savaşın nedeni” sorgulanmasın isterler.
Eğer bu tür tabular ve şartlanmalar olmasaydı, zihinlerinde kutsallık kireçlenmeleri bulunmasaydı, insanlar kendileri adına savaşlara giren yöneticilerine “neden biz bu savaşa giriyoruz” diye sorabilselerdi, ne biz Birinci Dünya Savaşı’na girerdik ne de Almanlar İkinci Dünya Savaşı’na girerlerdi.
Bu “kutsal tabular” sıradan insanları öldürür, yöneticileri ve çevrelerini zenginleştirir.
Eğer bir savaş haritası çıkartabilseydik de, cephede her adam öldüğünde başka bir yerde kaç adamın cebine kaç para girdiğini gösterebilseydik, “ölümün” bazıları için nasıl kârlı olduğunu herkesin gözüne sokabilseydik, “savaşlar” böylesine sık tekrarlanmazdı.
Türkiye’de, Irak’ta, Gazze’de, Afganistan’da patlayan füzeler, mermiler, bombalar, bazılarını öldürürken, çok uzaklardaki bazılarını da zengin ediyor.
Daha doğrusu tarih boyunca “ölüm-para” denklemi böyle yürüyordu, para “ölümden” kazanılıyordu.
Günümüzde şartlar değişti.
Şimdi “bazı sermayeciler” ölümden para kazanırken, daha kalabalık bir “sermayeciler grubu” insanların yaşamasından ve gelişmesinden para kazanıyor.
Zaten bu denklem değişikliği Amerika’nın başına Obama’nın gelmesini, gelişmiş ülkelerin “barışçı” olmasını sağlıyor.
Çetin Altan’ın deyimiyle, “bugün patlayan her mermi, bir bilgisayar müşterisini öldürüyor,” bilgisayarcılar da savaşa karşı çıkıyor ve onlar “silahçılardan” daha güçlü artık.
Amerika ve Avrupa bu gerçeği çoktan anladı, Türkiye yavaştan yavaştan anlamaya başladı ama alışkanlıklarını değiştirmekte zorlanıyor, İsrail ise hiç anlamamış gibi davranıyor.
Uzun süren savaşlar insanları ve ulusları sersemletir, gerçekleri görmesini zorlaştırır.
Bizim “Kürt” savaşında yaşadığımıza benzer bir aymazlığı daha koyu bir biçimde yaşadığı için bugün Türkiye’nin rahatlıkla posta koyduğu ve karşılığında ancak zekâ yoksunu etkisiz jestler yapabilen bir ülke durumuna düşüyor İsrail.
Kendi iç barışını sağlamaya uğraşan Türkiye, Arap ülkelerinden sonra Rusya’yla da vizeyi kaldırıp geniş bir dostluk çemberi oluştururken, “sadece savaşa odaklanmış” bir yönetimle İsrail yalnızlaşıp çaresizleşiyor.
Biz, Kürt meselesini çözmeye çalışırken karşılaştığımız sorunlardan barışın ne kadar zor olduğunu öğrendik, İsrail bu zorluğu daha yoğun bir şekilde yaşıyor ve savaşa gömüldükçe yönetici kalitesi de düşüyor.
İsrail’in çok parlak ve yetenekli kadroları var, bugünlerde yaşanan “sersemlikleri” aşacaklardır, dünyanın en parlak beyinlerini kendi içinden çıkarmış bir ulus, çağın bu kadar gerisinde kalamaz.
Bir süre daha kendilerine ve çevrelerine acı çektireceklermiş gibi gözüküyorlar.
Ama İsrail’in sersemletici bir “savaş yarışından” kurtulup “barış” şampiyonluğuna koşması da çok zaman almaz.