Seçime mi gidiyoruz savaşa mı?
Seçimlere az bir zaman kala, dalgalı bir deniz gibi çılgınca köpüren ülke gündemine bakıp: Seçime mi gidiyoruz yoksa savaşa mı? diye kara kara düşünmeden edemiyorum. Eminim sizlerden de böyle düşünenler vardır…
O kadar ki ülkede siyaset, siyaset biliminin değil psikiyatri biliminin konusu olacak olaylara sahne oluyor her gün.
Toplumda kişilik bölünmesini andıran bir yarılma söz konusu.
Ülke tam ortasından ikiye ayrılmış durumda.
Birbirinden nefret eden, birbirini düşmanlaştıran, bastırmaya çalışan iki taraf söz konusu…
Bu iki taraf, insan bünyesinde çatışan “id ve süperego” ya benziyorlar bazı açılardan…
Siyasette olması gereken, kargaşa zamanlarında topluma sükunet telkin ederek toplumsal gerilimi etkisiz hale getirmeye çalışmaktır diye düşünüyorum. Topluma aklı, vicdanı, sağduyuyu, orta yolu tavsiye etmektir. Gerilimleri, nefret söylemlerini, marjinalleşmeleri yatıştırıcı, birleştirici söylemlerle önlemektir…
****
Belçika’dan gelen bir arkadaşım, bir belediye başkanının hizmetleriyle ilgili sunum yaparken kendinden önceki dönemi kötülediğine şahit olunca, çıkışta beni durdurmuştu.
“Bizim orada yöneticilerin kendilerinden önceki yöneticileri bu şekilde kötülemesi büyük bir ayıp kabul edilir" demişti.
Fakat biz de siyaset bunun tam tersi bir seyir izliyor.
Kendi meşruiyetimiz, karşı tarafın gayri meşruluğunun ispatı üzerinden tesis ediliyor…
Topluma vereceğimiz güven, rakiplerimizi ne kadar karaladığımıza, onların çok yanlış tercih olduğu propagandasını ne kadar başarılı yaptığımızda söz konusu olabiliyor.
Bu yüzden meydanlarda ve bir savaş arenasına dönen haberlerde daima iftiralara, ithamlara şahit oluyoruz. İki hasım güç, çok az ahlaki kural gözeterek var güçleriyle çarpışıyorlar. Zannediyorum bu durum, büyük ölçüde toplumun siyaset yapma geleneğinden, siyasi birikiminden kaynaklanıyor.
Öteden beri biz de siyaset toplumsal nefretin pompalanarak dolaşıma sokulduğu bir alan olarak şekillenmiştir.
Bu toplumda daima gelenekçi ve uysal Beyazıt taraftarlarıyla, yenilikçi ve iddialı Cem taraftarları birbirlerine saldırmak için hazır bulunmuştur…
Bölünme, ayrışma için her zaman bir neden ve yeni kostümler mevcuttur.
Bu çatışma kimi zaman alevi- sünni kisvesine bürünür.
Kimi zaman laik dindar, kimi zaman da Vahdettin ve Atatürk taraftarlığıyla ortaya çıkar ama temel nitelik değişmez…
Çatışma daima çok serttir ve merhamet iktidarsızlık olarak kabul edilir…
****
Peki, Türkiye’nin nerdeyse ortadan ikiye bölündüğü ve herkesin birbirini hain, bölücü ilan ettiği ve kimsenin kendi haklılığı konusunda tereddüt duymadığı bir kutuplaşmadan karlı çıkan var mıdır?
Öyle ya, toplum partilerden başlayarak derneklere hatta ailelere kadar bölünmektedir siyaset dolayısıyla… İnsanların huzurları kaçmaktadır… Aile içinde, akrabalar arasında farklı siyasi görüşler nedeniyle çatışmalar yaşanmaktadır… Aile ve toplum bu çatışmayla derinden yaralanarak zararlı çıkıyorsa, haliyle kimsenin karlı çıkmıyor olması gerekir!
Fakat çatışmadan kar sağlayan birileri hep vardır.
Hem de bunlar öyle sanıldığı gibi “dış güçler” falan değildir… En azından ilk etapta değildir…
Bu toplumsal kutuplaşmanın kazananı siyaset kurumu ve siyasetçilerdir.
Siyaset bilimi açısında bakıldığında, toplumsal çatışma ne kadar derinleşir, ne kadar sertleşir ve ne kadar agresif bir hal alırsa; ülkede kararsız seçmen oranı o oranda düşer ve insanlarda istemedikleri halde cephelerden birine sığınma ihtiyacı da o kadar artar… (Psikolojinin törel yalnızlık dediği ahlaki tutumdaki yalnızlık, halk için katlanılır şey değildir…)
Bu çatışma ortamının bir başka yararlı yanı toplumun siyasi partileri denetleme görevine bir türlü fırsat bulamamasıdır. Çünkü Türkiye son on yılına neredeyse on seçim sığdırmış bir ülkedir. Ve hep şöyle söylenerek eleştirinin, denetimin önü kesilmeye çalışılır: “Memleket bölünmenin eşiğine gelmişken ufak tefek sorunları büyütmeyelim…Hele seçimler bir geçsin de…”
****
Ortada bir savaş varsa, bu savaşta komutanlara da ihtiyacı olacaktır. Gözü dönmüş bölücü düşmana karşı koyma payesi, siyasetçiyi bir kahraman mertebesine yükseltir halkın gözünde…Böylelikle siyasi aktörlerin cephedeki fanatikler nezdindeki yerleri iyice tahkim edilmiş olur. Hem de siyasi pozisyonlarının mistik değeri artar.
Siyasetçi, en çaresiz zamanlarında halka kurtuluş elini uzatarak onu kargaşa selinden çekip çıkaran insanüstü bir hüviyete bürünür adeta…
Dolayısıyla siyasal kriz siyasetçiler için bir fırsat demektir aynı zamanda.
Şimdi de tastamam böyle bir yarılma sürecini yaşıyoruz ülke olarak.
Seçim meydanlarının sert havası; diğerini bir fitne, bölünme, gerileme unsuru gibi görme hastalığı topluma egemen olmuş durumda.Toplumsal sağduyu yerini holiganlığa terk etmiş durumda.
Toplumun sosyal dokusunun mihenk taşları olan komşuluk, dayanışma ve hoşgörü gibi değerler siyasal çatışmaya kurban ediliyor kaçınılmaz olarak. Neresinden bakarsanız bakın, olup bitenler hiç de hayra alamet değil. Toplumun bu kadar keskin hatlarla birbirinden ayrılarak bu kadar dizginlenemez bir nefretle tarafların birbirine saldırması ancak cemiyetin travma geçiriyor olmasıyla açıklanabilir, seçimle değil…